Fayka Arseven KİŞİ
CTP Mağusa Milletvekili Erkut Şahali, Bakanlar Kurulu kararı ile verilen vatandaşlıkların doğuracağı tehlikelere dikkat çekti, “Bu ortaklar hükümetteyken yaptıkları anormal uygulamalarla yitirdikleri siyasi desteğin yerine yeni yurttaşları koyarak varlıklarını sürdürdüler” dedi.
“Bu yıllardır devam eden bir durumdur ve artık ülkenin tüm yapısal değerleri çökme noktasına gelmiştir” diyen Şahali, “ Kıbrıs Türk Kültürü, gelenek ve görenekleri doğduğu topraklara gömülmek üzeredir” vurgusunda bulundu.
Şahali, “Hükümetin yurttaşlıklarla ilgili tutumunu eleştirdiğimiz her seferde Türkiye karşıtlığıyla suçlanırken, gelecekte bizi suçlayanların üçüncü uyrukların yurttaşlık talepleri gündeme geldiğinde ne yapacaklarını çok merak ediyorum” ifadesinde bulundu.
“Bizdeki et fiyatlarındaki yüksek düzey, pazarın bir miktar Güney Kıbrıs’a yönelmesine yol açmaktadır. Hem yurttaşımız daha satın alınabilir bulduğu için Güney Kıbrıs pazarından alış verişi tercih etmekte, hem de yasadışı iş yapanlara kaçakçılık için uygun zemin oluşmaktadır.”
Şahali ile UBP-DP Azınlık Hükümeti tarafından verilen vatandaşlıkları, hükümetin tarım politikalarını, et fiyatlarında yaşanan tartışmaları ve ülkedeki ekonomik durumu konuştuk.
- -Ülkede bir yanda refahtan bahsediliyor, inşaatlar, alımlar, satımlar… Ama insanlarla konuştuğunuz zaman da her kesimde bir şikâyet var. Siz ülkedeki ekonomik gidişatı nasıl buluyorsunuz?
- Erkut ŞAHALİ: Kim ne taraftan bakıp da bu refahı görüyor bilemem ama bizim baktığımız yerden değil refah artışı, her an bir geriye gidiş vardır. Bir kere ülkelerin refah düzeyinin belli başlı göstergeleri vardır. Bunların başlıcaları mali göstergelerdir, demografik göstergelerdir, istihdam göstergeleridir. Bugün bizim devletin gelirlerinde örneğin bir önceki yıla göre herhangi bir artış söz konusu değildir. Devlet gelirlerindeki artış enflasyon oranının altında kaldığına göre, aslında devlet fakirleşme eğilimi içindedir. İşsizlik oranlarımızda artı yönlü bir hareket söz konusudur. Bu da bir önceki yıla oranla nüfusumuzun daha yüksek bir kesiminin işsiz olduğu anlamına gelir. Demografik bakımdan ise tam bir kaos söz konusudur çünkü bugün devlet ne yurttaşlarının sayısını tam olarak bilmektedir, ne de ülkedeki yabancıların sayısını ve hangi statü altında ülkede bulunduklarını açıklayabilmektedir. Hal böyle olunca gerçekçi bir refah düzeyi hesaplaması dahi yapmak aslında mümkün olamamaktadır. Piyasada var olduğu kabul edilen ekonomik hareketliliğin ülkenin bütününe ve her alanına refah artışı olarak yansıdığını söyleyebilmek için eğitim alanında, sağlık alanında, ulaşım altyapısında ya da kişi başına düşen gelirde de bir artışın olduğunu görmek gerekir. Bugün bunların hiçbirinde, bir önceki yıla göre bir artış yoksa bu, ülkenin değil ama ancak ülkede yaşayan birilerinin refah düzeyindeki bir artış olabilir. Şikâyetlerin sebebi de budur. Çünkü tabana yansıyan bir refah artışı yoktur. Tam aksine, yaşam giderlerinin karşılanmasında sürekli daha da zorlaşan koşullar tüm insanımızı kuşatmaktadır. Devletin bedelsiz olarak sunmakla yükümlü olduğu hizmetlerin hem kalitesi, hem de miktarında anormal azalmalar olmaktadır. Eğitim altyapımız örneğin; bırakınız artmasını, her geçen gün geriye gitmekte ve aileler bedelini karşılamakta zorlandıkları halde çocuklarının daha nitelikli bir eğitim alabilmesi beklentisiyle özel okullara kaymaktadır. Sağlık servislerimiz hem altyapı, hem de insan kaynağı bakımından çökmüş durumdadır. Hekimlerle devletin bağı kopmak üzeredir. Sağlık çalışanları iş yükleri hesaba katıldığında, gerekenden çok daha az sayıdadır. Donanım bakımından günün gerektirdiği pek çok olanak bizim hastanelerimizde ya yoktur, ya da gereken verimlilikle değerlendirilememektedir. İşte bu dar çerçeveye aldığımızda dahi herhangi bir olumluluk yokken, biz ülkenin daha iyiye gittiğini söylersek, ortada ya yalan, ya da ağır bir körlük halinin olduğu anlaşılır.
- -UBP-DP hükümetinin Mali Protokolün Haziran'a kadar olan kısmını uygulayacağı açıklandı. Haziran'da bizi ne bekler?
- Erkut ŞAHALİ: Bu hükümetin iş yapmaya niyeti de, bu konuda gereken iradesi de yoktur. Bu hükümet, toplumu bölmek ve kendi siyasi beklentilerine yanıt verecek ayrıcalıklar sağlamak için kuruldu. Görevini de kuruluş amacına uygun olarak sürdürmektedir. Zaten öyle olduğu için, her güne yeni bir skandalla uyanıyoruz. Saymakla bitmeyen usulsüzlüklerin, hukuka aykırı işlemlerin mahkeme kapılarında gidip gelmelerin ve en önemlisi kamu vicdanında derin yaralar açan uygulamaların özünde toplum yararı yerine kendi siyasi avantajlarının olmasıdır. Kamuya ait hem maddi hem de manevi değerleri adeta bir mirasyedi hovardalığıyla harcayan ve bunu yaparken son derece yüzsüz bir tavır takınan hükümetin aklında ne Türkiye ile imzaladığı program, ne de gelecek kuşaklar vardır. Programın hazirana kadar olan kısmını uygulayacaklarını açıklayarak kendilerini gülünç duruma düşürüyorlar. Bu programda bugün itibarıyla yaklaşık 8 aylık gecikmeler vardır. Halen başlamış olması gereken sayısız konu olduğu gibi durmaktadır. Kendi kendilerini konuşurken ele veriyorlar zaten. Örneğin kamu görevlileri yasası; son on yıldır dillerden düşmüyor, ha bitti ha bitecek denilerek her seferinde en başa dönülüyor. Geçtiğimiz gün mecliste hükümet öncelikli olarak ele alacakları yasalardan söz ederken adı bile geçmedi. Sorduğumuzda da hiçbir yanıt alamıyoruz. Hâlbuki bu programa göre yasa altı ay önce geçmiş olmalıydı. Şimdi durum buyken, haziran vurgusu hem yalan, hem de komiktir. Bir başka konuda örnek verelim: Turizm yatırım alanlarının belirlenmesi ve ihale yöntemi ile kullanıma verilmesi ya da yatırım için tahsisinin yapılmasını öngören bir hüküm var o programda. Program takvimine göre de geçtiğimiz kasım ayında bu düzenleme yürürlüğe girmiş olacaktı. Girdi mi? Hayır. Peki neden? Çünkü rant sağlayıp maddi ya da siyasi çıkar elde etmek, objektif kriterlere göre dağıtımdan ve kamunun daha fazla yarar elde etmesinden daha fazla önemsenmektedir de ondan. Hal böyleyken ve bu örnekleri çoğaltmak mümkünken kim inanır ki bu hükümetin ya sözünde duracağına ya da kamu yararını gözeterek iş yapacağına!
“Bizim dinle olan ilişkimiz, konuşma tarzımız, yaşam biçimimiz ve demokratik bilincimiz sürekli hırpalanır, sorgulanır ve hatta değiştirilmesi gereken yerine konursa ben bunu dert ederim. Bu dertlenme bir varlık mücadelesidir ve bu mücadele kendi yurdunda veriliyorsa bu çok daha acıtıcı olur.”
- -Bakanlar Kurulu kararı ile verilen vatandaşlıklar rahatsızlık veriyor. Bunun ne gibi sakıncaları, tehlikeleri var?
- Erkut ŞAHALİ: İşte bu, görev başındaki “dar tabanlı çok parçalı azınlık hükümetini” oluşturan bileşenlerin, ayrı ayrı en iyi bildiği iştir. Hem UBP’nin, hem de DP’nin bütün hükümet ortaklıklarının en ayırt edici sonucu nüfusumuzun gayrı tabii biçimde artmasıdır. İlk sorunuzda refahı sormuştunuz. Ülke refahının göstergelerinden birisi de demografik verilerdir. Biz nüfusumuzu bilmiyoruz, nüfus artış hızımızı hesaplayamıyoruz, ülkede bulunan yabancılar potansiyel birer yurttaştırlar. Ülkede sürekli yaşam süren insan sayısını bilmeyen, bunun tasnifini yapamayan bir devletin herhangi bir alanda ne standart oluşturması, ne de planlama yapması mümkün olur. Üstelik bilimsel doğrularla izahı çok kolay olan bu anomaliyi her dile getirdiğimizde, bize yabancı düşmanlığı suçlaması yaparak işi esastan uzaklaştırmaya çalışan bir yaklaşımları söz konusudur. Biz bu ülkede yurttaşlığa kabul işlemlerinin siyasi iradenin ihtiyaçlarına göre şekillenmesini asla kabul etmedik, etmeyeceğiz. Hükümette bulunduğumuz tüm zamanlarda bu konuda mutlak bir disiplinle hareket ettik. Üstelik yürürlükteki yasalara göre aksini yapmak bizim için de mümkünken. Yapmadık, çünkü bu ülke insanının sahip olması gereken minimum kaynakları her yeni yurttaş daha da azaltır. Ülkede hem iş yaşamını düzenleyen yasalara uyulmadığı, hem de doğru bir işgücü planlaması olmadığı için, hemen hemen tüm sektörlerde yabancı işgücü hâkimiyeti oluşmuştur. Önceleri bu Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları tarafından domine edilen bir durumken, bugün üçüncü uyruklar astronomik bir artış göstermektedir. Hükümetin yurttaşlıklarla ilgili tutumunu eleştirdiğimiz her seferde Türkiye karşıtlığıyla suçlanırken, gelecekte bizi suçlayanların üçüncü uyrukların yurttaşlık talepleri gündeme geldiğinde ne yapacaklarını çok merak ediyorum. Biz insana etnik ya da dini kökeninden bağımsız biçimde, insan olarak bakarız ve değerlendirmemiz de ona göredir. Dolayısıyla çok yakın bir gelecekte yurttaşlığa başvuru hakkı gündeme geldiğinde, bir Nijeryalı’ya, bir Pakistanlı ya da Vietnamlı’ya bakışımızda fark olmayacak. Ama eminim ki bugün büyük bir iştahla yurttaşlık dağıtanlar, o gün geldiğinde aynı tutum içinde olmayacaklar. Çünkü bugünkü uygulamanın temelinde ne yasalarımız, ne de adalet kaygısı vardır. Hükümetin hem büyük, hem de küçük ortağının esas niyeti, verdikleri vatandaşlıklarla siyasi desteklerini takviye etmek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlere şirin görünmektir. Bu ortaklar hükümetteyken yaptıkları anormal uygulamalarla yitirdikleri siyasi desteğin yerine yeni yurttaşları koyarak varlıklarını sürdürdüler. Bu yıllardır devam eden bir durumdur ve artık ülkenin tüm yapısal değerleri çökme noktasına gelmiştir. Kıbrıs Türk Kültürü, gelenek ve görenekleri doğduğu topraklara gömülmek üzeredir. Bu yaşanmakta olan sürecin doğal bir sonucudur. Buna ırkçılık suçlaması yapanlar olabilir, ancak ben konuyu dünyalılık bakımından ele almayı sürdüreceğim. Kıbrıs Türk kültürü bir dünya mirasıdır ve sonsuza kadar yaşatılmak zorundadır. Ancak diliyle, dini eğilimleriyle, yaşam biçimi ve gelenekleriyle farklı coğrafyaların izlerini taşıyanlar, bugün bu ülkenin çoğunluk nüfusunu oluşturuyor ve hâkim kültür değişiyorsa bu bir sorundur ve ben bunu dert ederim. Bizim dinle olan ilişkimiz, konuşma tarzımız, yaşam biçimimiz ve demokratik bilincimiz sürekli hırpalanır, sorgulanır ve hatta değiştirilmesi gereken yerine konursa ben bunu dert ederim. Bu dertlenme bir varlık mücadelesidir ve bu mücadele kendi yurdunda veriliyorsa bu çok daha acıtıcı olur. Genellikle göç edenlerin kendi kültürüne bağlılığı için uğraş verilirken, biz bugün kendi yurdumuzda kültürümüze sahip çıkma gayretine girmişsek bu bir sorundur ve bu hükümet bu sorunu büyüten adımlar atmayı marifet saymaktadır. Bu bizim için kabul edilemezdir. İşte bu nedenle hükümette olduğumuz dönemde yeni bir yurttaşlık yasası üzerinde çok çalıştık ancak mantalitesi tamamen farklı ve Kıbrıslı Türk Kimliği’ne dair hiçbir duyarlılığı olmayan ortaklarımızla ki onlar bugünün ortaklarıdırlar, bunu başarmak mümkün olmadı.
- -Tarım Bakanlığı yaptınız. Şu anda 'et fiyatı' tartışmaları var. Kasaplar başka hayvan üreticileri başka açıklama yapıyor. Siz bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Erkut ŞAHALİ: Et fiyatlarından daha fazla önemsediğim bu ülkede hayvancılık sektörünün sürdürülebilir bir yapıya kavuşmamış olduğudur. Zaten fiyat tartışması dâhil, sektöre ilişkin tüm sorunların temelinde de bu yapısal bozukluk yatmaktadır. Bir kere et fiyatlarının bugünkü durumu spekülatif girişimlere bağlı olarak oluştu. Birileri hayvan üreticisinin öngördüğünün üzerinde fiyatlarla hayvan alımını yaygın biçimde gerçekleştirmeye kalkıştığı için, doğal olarak önce kasaplık hayvan satışı yavaşladı, ardından da fiyatlar yukarıya taşınmış oldu. Yaklaşık 1’e 2,5 oranında fiyatlanan etin mandıradaki her 1 liralık fiyat artışı, tüketiciye 2,5 lira olarak yansır. Bugün için örneğin kuzu, hayvancıdan 20 TL’ye alındığında, kasaptaki satış fiyatı da 50 lira olacaktır. Et sektörünün iki vazgeçilmezi olan hayvan üretici ve yetiştiricileri ile kasaplar arasındaki gerilimi doğal buluyorum çünkü sonuçta ulaşılan fiyat yurttaşın alım gücünü aşmıştır. İşte sektör yapısının sürdürülebilir hale getirilmesinden bahsederken anlatmaya çalıştığım budur. Ülkede yurttaşın gereksinim duyacağı kadar hayvan varlığına erişilmesi için desteklemenin yeniden planlanması gereklidir. Bu durumda spekülatif girişimlerin zemininin ortadan kalkması mümkün olabilir. Aksi takdirde, arz talebin altında kalmaya devam ettiği sürece fiyat istikrarı sağlanamaz. İstikrarsız fiyatlarla üretimin de tüketimin de istikrar kazanmasını beklemek hayal olur. Tabii bu durumdan kendine vazife çıkarıp da et ithalatına izin verilmesi için baskı kurmaya çalışanlar da işin bir diğer boyutudur. İthalat düşmanlığı yapmak doğru değildir ancak bir gerçek de varsa, ülkesel koşullar nedeniyle, pazarda ithalata dayalı bir dengenin kurulduğu her alanda, üretim gerileme gösterir. Gerileyen üretim işsizlik demektir, daha bağımlı hale gelmektir, ekonomik bakımdan güç yitirmek demektir.
- -Et bu kadar pahalı olmak zorunda mı? Üstelik güneydeki et fiyatlarının daha düşük olduğu bir ortamda...
- Erkut ŞAHALİ: Arz talep dengesi, sektörün kendi dinamikleri dışındaki etmenlerle değiştirilebilir halde olduğu sürece, et fiyatları, bundan çıkarı olanlar tarafından belirlenmeye devam edecek. Hayvancılık sektörü, ülkemiz ekonomisinin en önemli bileşenlerinden birisidir. Özellikle dış ticarete olan etkisi, yani toplam ihracatımızdaki payı hesaba katıldığı zaman, katma değeri en yukarıda olan sektörlerimiz arasındadır. Üstelik yığınla sorunla boğuştuğu, istikrarsızlığın her türüne en fazla maruz kaldığı halde durum budur. Hal böyleyken bile, yine de en önemli ekonomik alanlarımızdan biri olduğuna göre, bir de yapısal sorunlarının giderildiği bir ortamı hayal edin. Gerçekten hem yarattığı istihdamla, hem bağlantılı diğer sektörlere katkısıyla, hem de dış ticaret avantajıyla bu sektör, ülkemizin geleceğinde çok daha büyük bir yeri olmak durumundadır. Güney Kıbrıs’ta bizim sahip olduğumuz sıkıntıların çok önemli bir kısmı aşılmış durumdadır. İşletme verimliliği çok daha yukarıda, sektör karlılığı yerinde ve arz-talep dengesi sağlanmış olduğundan fiyatlar spekülatif etkilere açık değildir. Üstelik et ve et ürünleri ithalatı da olduğu halde durum budur. Tabii an itibarıyla bizdeki et fiyatlarındaki yüksek düzey, pazarın bir miktar Güney Kıbrıs’a yönelmesine yol açmaktadır. Hem yurttaşımız daha satın alınabilir bulduğu için Güney Kıbrıs pazarından alış verişi tercih etmekte, hem de yasadışı iş yapanlara kaçakçılık için uygun zemin oluşmaktadır. Geçmişte bizim hükümette olduğumuz dönemde et fiyatlarındaki dalgalanmayı önlemek ve istikrarı sağlamak için Devlet Üretme Çiftliği marifetiyle piyasaya müdahalede bulunulmuştu. Bugün de aynı şeyin gündeme getirilmesi pek ala mümkündür, ancak popülizmin doruğunda gezen bugünkü hükümetten bunu beklemek gerçekçi olmaz. O nedenle bir süre daha bu dalgalanma devam eder kanısındayım. Hayvancının ya da yurttaşın tükendiği noktaya kadar bu belirsizliğin maalesef devam edeceğini düşünüyorum.
“Bu hükümetin görevde olduğu her günün toplumsal geleceğimizden çalınan zaman olduğunu söyleyip duruyoruz. Bu her bir yurttaş tarafından görülmesi, anlaşılması ve tavır alınması gereken bir durumdur. Maddi ve manevi tüm değerlerimiz hızla aşındırılırken, tüketilirken buna seyirci kalmak ölmeden mezara girmek gibi bir şeydir.”
“Hükümetin tarım politikası yoktur”
- -Hükümetin tarım politikasını nasıl yorumlarsınız?
- Erkut ŞAHALİ: Hükümetin tarım politikası yoktur. Sadece mevcudun devamı ve ortalığın karışmamasını sağalamaya dönük bir gayreti vardır. Bizim devrettiğimiz bazı uygulamaları sürdürüyor olmaları ise teselli bulduğumuz tek konudur. Ancak örneğin iyi tarım uygulamalarının teşvik edilmesiyle ilgili herhangi bir kaygıları yoktur. Hayvan hastalıklarıyla mücadele projemizi ki bu bir AB destekli projedir, sürdürmelerinden mutluluk duymaktayım ama ne yazık ki kapsamını genişletmedikleri için de kaygılarımız vardır. Hayvansal atıkların bertarafıyla ilgili proje ki bu da AB desteklidir, henüz tamamlanmamıştır ve hastalık mücadelesinin geriye götürülmesi tehlikesini bünyesinde barındırır. Türkiye ile imzaladıkları protokolde öngörülen takvime uyum için Tarım Strateji Belgesi yayınlandı ama henüz bir master plan tamamlanmadı. Taslak olarak hazırlayıp, görüş talep ettikleri plan bir plandan çok bir tespit ve istatistik manzumesi gibidir. Tarım Master Plan Taslağı bile, tek başına içeriğini dikkate aldığınız zaman, hükümetin bir tarım vizyonunun olmadığının kanıtıdır. Dolar kurunun yüksek seyretmesi özellikle narenciye ve süt ürünleri ihracatında bize bu yıl için bir avantaj sağlamış olsa da, sektördeki yapısal sorunlar orada durmaktadır. Bunların üstüne gidilmesini geri plana itmiştir. Bu yıl yine kısmi bir kuraklık yaşanmaktadır ancak bununla ilgili herhangi bir çalışma olup olmadığı bilinmemektedir. Genel Tarım Sigortası Fonu geçtiğimiz yılki kuraklık tazminatlarını ilk kez borçlandırılmak yoluyla ödeyebilmiş ve ağır bir yük altına sokulmuştur. Bu yılki kabiliyetleri eksi düzeydedir. Kısaca sorunların çözümü için herhangi bir çabadan ya da vizyondan söz etmek mümkün değildir. Türkiye’den gelen suyun tarım alanlarında ne zaman ve ne şekilde kullanılır hale geleceği hala büyük bir soru işaretidir. Yer altı su kaynakları hala vahşice sömürülmekte ve hükümet buna yine popülist bir yaklaşımla çanak tutmaktadır. Kapalı akifer bölgelerinde her gün yeni kuyu izinleri verilmekte, her gün sayısız kaçak kuyu kazılmasına bilerek göz yumulmaktadır. Hal böyleyken, hükümetin tarım politikasından söz edebilir miyiz? Mümkün değil. Zaten biz bu nedenle bu hükümetin görevde olduğu her günün toplumsal geleceğimizden çalınan zaman olduğunu söyleyip duruyoruz. Bu her bir yurttaş tarafından görülmesi, anlaşılması ve tavır alınması gereken bir durumdur. Maddi ve manevi tüm değerlerimiz hızla aşındırılırken, tüketilirken buna seyirci kalmak ölmeden mezara girmek gibi bir şeydir.