Rafet UÇKAN
rafetuckann@gmail.com
I.
Kıbrıs’ın kuzeyinde, toplumun ve siyasetin örgütlenişinde, bununla paralel olarak “siyasal” aktörlerin iş tutuş tarzlarından “yurttaşların” gündelik hayatının sürdürülmesine kadar uzanan geniş bir alanda, “darmadağınıklık” ve “temassızlık” hâkim durumda. Burada devletin kurumsallıktan yoksun işleyişi, şimdilik net bir tıkanmaya yol açmaksızın kişisel angajmanlarla sürdürülebilirlik kazanıyor; tikel, anlık ve “en dar anlamıyla” bireysel çıkarlar, toplumsal(laşabilir) taleplerin yerini işgal ediyor ve toplumsallaşmayı imkânsızlaştırıyor; kliyentalizm, vatandaş olmanın kazandırdığı haklar karşısında galebe çalıyor ve bir halk olarak hareket edebilmenin zeminini aşındırıyor; rant odaklı bakış, ortak kent yaşamının üzerine çörekleniyor... Bunlardan geriye kalan alanlar da hiçbir zaman sağlıklı işlemiyor, işleyemiyor.
Merkezin sağ ve sol kıyılarında yol tutan siyasi partiler, rahatsızlığını dile getirdiği çoğu durumda bu işleyiş tarzından alabildiğine besleniyor, bunu “sömürüyor” veya bunu aşacak siyaseti istese de öremiyor. Farklı taleplerden halkı inşa etmeye uzanan bir kimlik yaratma ve siyasallaşma sürecine öncülük etmeyi beceremeyenler, siyasetsizliğini, vatandaş ziyaretleri ile ikame etmeye çalışıyor ve bunlar “zevahiri kurtarayım” derken, fotoğraf karelerine sıkışıp kalıyor; nafile bir çabanın peşinde donuklaşıyor; birbiriyle temas etmeyen dertlerin pençesine düşüp hareket kabiliyetini tümden kaybediyor. Farklı toplum kesimlerinin dertleri arasındaki “bağıntıyı” görmüyor, göremiyor, ifşa ve inşasında gereken rolü oynayamıyor, buradan hareketle siyasi bir proje geliştiremiyor.
Bazıları sürekli dinliyor; ama söyleyecek sözleri yok… Bazılarıysa sürekli konuşuyor; ama bambaşka bir coğrafyaya ve herhangi bir “kalabalığa” hitap eder gibi… Oysa halkın olmadığı, muktediri mağdurdan ayıran çizginin iyice görünmezlik kazandığı ya da en iyi ihtimalle belirginlik kazanamadığı, yanlış tanımlandığı; talepleri gözeten, onlara yaslanan bir siyasi kimlik olarak “halk” inşa edilemediği zaman, barışa/çözüme ve daha da önemlisi “olası” bir barışı “ayakta tutmaya” dönük bir siyasallaşma süreci de yaşanamıyor.
Bu yazıyı teslim ettiğim tarih, 14 Eylül’de yapılması beklenen açıklamanın öncesine denk geliyor; ama zaten muhtemel bir çözümün, her şeyi yoluna koyacak sihirli bir dokunuş olarak iş görmesinin imkânsız olduğu açık. Şimdilik öyle ya da böyle işleyen sistem, eğer bir an evvel dönüştürülemezse, yakın bir gelecekte barış olsun ya da olmasın, büyük bir krizin altında ezileceği güne doğru adım adım yaklaşıyor. Üstelik devletin kurumsal ve kurallı bir işleyişe kavuşması, öte yandan toplumsallaşmanın ve halkın inşasının önemi, muhtemel bir çözümün ardından daha da artacak. Her şeyden önce de Kıbrıslı Türklerin derin bir umutsuzluk ve öfkeyle örülmüş kozasından kurtulması ve Kıbrıslı Rumlarla “kurulacak” barışçıl bir birlikteliğin gerçekten nefes almaya başlaması, hayatta kalabilmesi için gerekli olacak bu.
II.
Üç sayı sürecek olan bu yazı dizisinde, Kıbrıs’ta parlamenter siyasetin imkânları, barışı örme ve daha önemlisi onu yaşatma potansiyeli üzerine düşünmeye çalışacağım. Bu amaçla, önce CTP’yi yazacağım ve daha önceki yazılarda yeterince değindiğim için yukarıdaki girizgâhla iyice daralttığım alanın sadece geri kalanını CTP’ye harcayacağım. Gelecek hafta yayımlanacak ikinci yazı, Halkın Partisi üzerine olacak. O yazıda, HP ile birlikte parlamenter siyasette kurulmakta olan “yeni” denklem üzerine konuşacağım. Bu bana, üçüncü ve son yazıda barışı sırtlayabilecek “parlamenter” yeni bir solun imkânları üzerine konuşabileceğim zemini sağlayacak. Bu dizinin esas amacı biraz da bunu konuşabilmek zaten. Başlamadan önce, bir de not düşmek istiyorum: Özel mesajlara hapsolmuş, kişisel alanlara sıkışıp “atıl” kalmış bir tartışma yürütmeyi tamamen nafile görüyorum artık. Bu denli “kişisel” bir dert yok çünkü ortada. Ayrıca, siyasi meselelerin sosyal medya hesaplarından dışarıya doğru taşmaya başlamasını diliyorum.
III.
Baştan belirteyim: CTP’nin akıbeti üzerine kehanette bulunma niyetinde değilim. Yazının temel derdi çerçevesinde kalarak, CTP’nin imkânları ve çıkmazları üzerine birkaç söz söylemek istiyorum sadece. Kıbrıs’ta yazma faaliyeti, çoğu zaman “suya yazı yazmak”la aynı kapıya çıktığı için, olabildiğince açık ve basit şekilde kurguladığım, kestirme yoldan yürüyen 5 madde üzerinden tespitlerimi sıralayacağım. Önümüzdeki dönemde, CTP’nin, dönüşümü sürükleyici “siyasal” bir güç olarak işlev görüp göremeyeceği, bana göre, bu bileşenlere bağlı. Şunu da belirteyim: Siyasal olanın olumlu bir “içeriğe” sahip olmak zorunda olduğunu kesinlikle düşünmüyorum; fakat siyasetsiz bir çıkışın olmadığı da ortada… Bunun içinse önce elverişli bir zemine ihtiyaç var. Bu yazı, esas olarak, “içerik”ten ziyade, o “zemin” üzerine…
1) Statükonun tüm arızalarını sırtlanarak ileriye taşımış ama onu bir türlü dönüştürememiş bir parti CTP. Geçmişin yükünü omuzlarından atması kolay değil. Tufan Erhürman’la başlayacak dönemin gerçekten “yeni” bir dönem olup olmayacağı, parti üst kadrolarının uzun erimli düşünüp düşünemeyeceğine ve samimiyetle siyasal bir projenin ardına düşüp düşmeyeceğine bağlı. Çünkü bir yanda sistemle yoğrulmuş, ona iliklerine kadar “bulanmış” bir CTP var; diğer yanda bu partinin genel sekreterliğini yapmasına rağmen “dışarıda” kalmayı bir biçimde başarmış yeni bir genel başkan adayı… Bu yeni dönemde, onun elini güçlendirecek ve aynı ölçüde zayıflatacak olan şey, tam da bu. Eğer parti yeniden nefes almaya başlayacaksa, bu, Erhürman’a parti içinde açılacak alan sayesinde olacak; ama dönüşüme yönelik ilk adımlarda parti eski alışkanlıklarına sarılıp, kimin “hakiki CTP’li” olduğunu tartışmaya başlarsa, Erhürman’ın hareket sahası iyice daralacak. Bu gerilimin, potansiyel olarak ortada olduğu, bunun sezildiği son tüzük kurultayında -bence yanlış şekilde ortaya koyulan- “yeniden CTP” şiarından anlaşılıyor. Bu gerilimin de adını koyalım: “yeni CTP”, ancak “eski CTP” buna set çekmezse inşa edilebilecek. Bu gerilimi, küçük bir manevrayla, “yenilenerek yeniden” gibi bir kurguyla aşmak ne ölçüde mümkün, emin değilim; ama eğer Erhürman sürekli olarak “denge siyaseti” gütmeye mecbur bırakılırsa, bir süre sonra siyasetin araçlarını kullanamaz hale gelecek. Bundan en zararlı çıkacak olansa, “küçük olsun, bizim olsun” diyenler olacak.
2) CTP, aslında Kuzey’deki bilgi birikiminden yararlanmaya, bu birikimi siyasete uygun bir mecraya yöneltmeye ve ekip siyaseti yürütmeye müsait bir parti. Dahası kısa vadede çözüm olsun ya da olmasın, Kıbrıslı Türklerin böyle bir potansiyeli harekete geçirmekten başka şansı yok. Ancak CTP, şimdilik, hizip çekişmeleriyle hareketsiz kalmayı, ekip siyasetine tercih ediyor. Erhürman, akademiden ve siyasi kadrolardan yeterli ölçüde destek alamadığı takdirde, uzun erimli bir siyasal strateji çizme sorununu bir kenara koyuyorum, çok da uzakta olmayan bir gelecekte “içeride” ortaya çıkacak olan meşruiyet krizini çözemeyecektir. Partinin kamuoyu karşısında yaşadığı meşruiyet sorunu, parti içine doğru nüfuz etmeye fazlasıyla meyyal. Parti seçmenlerinin bir kısmı “kemik” seçmen olarak görülse de, hepsi aynı coğrafyanın insanı ve CTP’nin “dışındaki” gelişmelere hiç kimsenin gözü kulağı kapalı da değil. Parti içine sirayet edecek bir meşruiyet kriziyle, herhangi bir siyasi aktörün tek başına başa çıkmasının imkânı yok.
3) Partinin ideolojiyle ilgili aşamadığı sorunları var; fakat CTP’nin, çıplak gözle görünen “temel” çıkmazı, politika (policy) üretemiyor oluşu. Dahası, federasyona dayalı bir çözüm olması durumunda, yani muhtemel bir inşa döneminde, bu eksikliğin önemi bir kat daha artacak. Bunu da açayım: Politika üreteyim derken teknokrasi batağına saplanılması, kabuk değiştirerek olası bir çözüm sonrasına da sirayet etme potansiyeli bulunan statükocu kesimlerin nefes almaya devam etmesini sağlayacak. CTP, karşılıksız bırakılmış taleplere yaslanan bir kimlik inşa etme sürecinin sürükleyiciliğini üstlenirken, aynı zamanda dönüşmek zorunda. Bu ise öncelikle, yurttaşların dile getirdiği, her iktidar döneminde duvara toslamış, artık dindirilemez şekilde öfke uyandıran talepler arasında bağ(ıntı) kurabilmesine bağlı. Bunları “kalıcı barış ve çözüm”, “iş ve üretim” gibi başlıklar altında birbirine eklemleyemediği ölçüde, vatandaş ziyaretleri partiyi yok yere tüketen bir noktaya doğru evrilecektir. “Barış” için yurttaşı kendi dertlerinde boğulmaya terk etmek de, falanca minibüs güzergâhındaki düzenlemelere dair taleplere “basitçe” teslim olup barışı ve onun sürdürülebilirliğini ıskalamak da çözüm değil. Bu talepler bu kadar dağınık, yalıtık ve çerçevesiz kaldığı müddetçe, siyasallaşmanın önündeki büyük engeller olarak, sanılanın tam aksine, bozucu etki yaratacaktır. Çünkü mevcut haliyle siyaset, en iyimser ifadeyle belirteyim, en ayrıksı taleplere indirgenmiş durumda ve bu açıkça muktedir ve mağdur ilişkisini ifşa ve inşa etmeye engel oluyor.
4) CTP, Kuzey’de kabuk değiştirme sürecine giren statükoyu tahlil edemediği gibi, çözümden sonra oluşacak yeni duruma da hazırlıklıymış gibi görünmüyor. Öncelikle, muhtemel bir referandum, bir düğümün çözülme “ân”ı değil, buna dönük imkânlara kapının aralandığı ân olacak. Dolayısıyla, çok gecikilmiş olsa da, “barıştan sonraki barış”ı inşa etme sorumluluğu tüm siyasi oluşumları bekliyor; ancak statükonun belirlediği -ve şu an bir değişim sürecine girmiş olan- toplumsal, siyasal sınırları anlayamadan, çözümden sonraki sürece yön verilebilmesi mümkün değil.
5) Yukarıdaki maddelerin hepsinin arka planında, CTP’nin federasyoncu bir çözümü arzuladığına; ama farklı nedenlerle bunun gereklerini yerine getiremediğine dair inancım var. Yani CTP’nin bireysel taleplerden federasyona, federasyon fikrinden bireysel taleplere doğru işleyecek bir süreci, “doğru” bir stratejiyle sürükleme “ihtimali” olduğunu -hâlâ- düşünüyorum. Bunun için de, “CTP”nin “CTP”ye pranga olmaktan çıkması şart.