Rafet UÇKAN
rafetuckann@gmail.com
Halkın Partisi Üzerine Notlar
I.
Geçen haftaki yazımda, genel manzaraya odaklanan bir girizgâhtan sonra CTP üzerine yazmıştım. Bu yazımın odağındaysa doğrudan doğruya Halkın Partisi var. HP üzerine yayımladığım bir yazının ardından bana yöneltilen eli yüzü düzgün sayılabilecek tek eleştiride de bir kez daha görmüştüm şunu: HP’nin bir “araf siyaseti” yapmaya çalıştığı fikri kimilerince kararlı biçimde sahipleniliyor. Buna göre, HP bir yandan içinde bulunulan “ân”ı ıskalayanlara karşı çıkıyor, diğer yandan Kuzey’i çözüme hazırlamaya çalışıyor. Ben ısrarla, çözümün mümkün olup olmamasından bağımsız olarak, HP’nin temel derdinin, Kuzey’deki güdümlü yapının ve onu ayakta tutan koşulların “yeniden” inşası olduğunu, partinin sağın zihin dünyasına hitap etme kapasitesini geliştirme ve onu bir adım ileriye taşıma politikası güttüğünü düşünüyorum. Sebeplerini, daha önce de detaylıca açıklamıştım, burada tekrar etmeyeceğim; ama yukarıda andığım fikrin neden yaygınlık kazanabildiği üzerine düşünmek anlamlı. Bu yazıyı, çokça savunulduğuna inandığım bu fikir etrafında kurgulamaya çalışacağım.
II.
Malûmu tekrar ederek başlayayım: Birincisi, HP yeni kurulmuş bir parti. İkincisi, partinin başında, geçmiş dönemin hiçbir günahına doğrudan ortak olmamış bir genel başkan var. Üçüncüsü ise, siyaset arsızı olmuş kadrolar, bu “yeni” partinin “dışında” tutuluyor. Bu üç bileşen, şimdilik, HP’ye manevra kabiliyeti kazandırıyor ve üretilen söylemin ayağını basacağı “meşru” bir zemin sağlıyor. Siyaset bir yanıyla toplumun iç sınırlarını tanımlama işi ve bu işi hakkıyla beceremeyenlerin karşısında Özersay’ın partisi, fiilen “dışarıda” olmanın kazandırdığı “meşruiyeti” pragmatik bir biçimde sonuna kadar kullanıyor. HP, toplumu bölen çizginin, “eski” ve “yeni” arasından geçtiğini savunuyor ve siyaseti bu çizgiyi temel alarak inşa ediyor. Buraya kadar güzel; ama HP, “gündelik hayata dokunan dertleri” siyasetin merkezine alırken; “eski” ve “yeni” ikiliği “sayesinde”, çubuğu “statüko”nun ana amilleri ile gündelik yaşamın arasını açacak şekilde alabildiğine büküyor. Yani yurttaşların gündelik yaşamına dokunan olumsuzluklar ile “statüko” arasındaki mesafe, statükoyla “eski siyaset” arasında kurulan özdeşlik ilişkisi ve HP’nin statükonun bütünü karşısındaki bilinçli ve ısrarlı suskunluğu sayesinde açılıyor: Kaçınılmaz olarak Türkiye’yle doğrudan rabıtalı bir kavram olan statüko, Kuzey’in hal-i pürmelâline dair meseleler karşısında “açıklayıcı” olmaktan çıkarılıyor. HP’nin en “kıvrak” hamlesi burada: “Statüko” inkâr edilmiyor –ki bu, hakikatin tümden yitirilmesi olurdu; onun gerçeklikle bağı perdeleniyor, ona yeni bir içerik sağlanıyor ve CTP’nin statükoyu karşısına alarak, onunla hesaplaşarak bir türlü güncelleyemediği, inşa edemediği toplumsal sınırlar, HP tarafından iyice silikleştiriliyor. Neticede HP, toplumsal kampları belirlemeye çalışan “yeni” bir sınır çizgisi çekiyor. Daha da önemlisi, bir gösteren olarak “statüko”, koşulların elverdiği her momentte hem UBP/DP’yi hem de CTP’yi kendi içine çekip orada kıstıran bir çember haline getiriliyor. Bu durum UBP açısından değil, CTP açısından “yeni” çıkmazlar yaratıyor. Bu konudaysa, HP’nin başarısından ziyade, CTP’nin başarısızlığı söz konusu. Başka bir şekilde ifade edeyim: Federasyonu savunan parlamenter siyasetin sessizliği, doğrudan doğruya HP’nin sesine dönüşüyor. Ortada (edilgen bir biçimde tespit edilmeye değil) “tanımlanmaya” muhtaç bir yığın sorun var ve muarızları susarken HP, olan bitenin adını koyacak şekilde “inisiyatif” alıyor. Bu, “yeni” siyasetin “eski” olanla itişmesi… Statükoya dair sahici bir tartışmadan ari (ki CTP, HP’yi bu tartışmanın içine çekebilecek performansı bir türlü gösteremiyor), elverişli bir siyasal atmosfer içinde, HP, siyaseti “kabaca” politika üretme (policy-making) alanına sıkıştırıyor; ama “eski-yeni” ayrımına dayandırdığı çerçeveyi de elinden geldiğince unutturmadan... HP’nin, ertelemeden ve bahane üretmeden “şimdi”nin siyasetini yaptığına dönük yaygın kanaati besleyen şey bu. Peki bu yöntem nereye kadar iş görecek?
Yukarıda, HP’nin, gündelik dertler ile o dertlerin genel çerçevesi arasında kurduğu bağ üzerine oturan bir siyaset izlediğini belirtmiştim. Bu ise, ister istemez siyasete içkin bir gerilimin ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu gerilimin bir yanında alabildiğine ayrıksı talepler, diğer yanındaysa HP’nin genel ilkesel önermeleri (temiz toplum, temiz siyaset vs.) var. Bu gerilim “yeterince” arttığı anda HP, ya kendi başına hiçbir şey ifade etmeyen genel ilkelere ya da tamamen ayrıksı taleplere teslim oluyor. Yani zaman zaman bu gerilim tırmanıyor ve HP, ipleri elinden kaçırıyor. Kuzey’de dağınık halde bulunan ve “dışarıda” olmanın meşruiyetine en az HP kadar sahip olan sol örgütler toplumsal talepleri ya da rahatsızlığı geniş bir çerçevede örgütleyebildiği an, HP boşluğa düşüyor. Bu durumu, HP’nin kuruluşundan bu yana geçen sürede sarih biçimde ortaya koyan ve statükonun, basitçe iç dinamiklere indirgenmesini imkânsız kılan iki örnek var: Biri, Türkiye’nin ısrarla dayattığı koordinasyon ofisi; diğeri ise Türkiye’den mülhem “demokrasi mitingi”... Bu iki örnekte de sol çevreler toplumsal meşruiyetin sınırlarını belirlemeyi başardı ve HP, ikisinde de savunmaya çekilmek zorunda kaldı. İlk örnekte HP, kurumsal kimliği ile sokağın (sokağı, bu örnekte “halk” olarak okuyabilirsiniz) dışına savrulmasına rağmen, ofise karşı yaptığı açıklamaya tutunarak kendi meşruiyet krizini aşmaya çalıştı. “Demokrasi” mitingininse kurumsal olarak yanında saf tuttu ve ardından mitinge ilişkin eleştiri ve ifşaatın etkisiyle, çekincelerini açıklayıp, ikircikli bir pozisyonda asılı kaldı. Neticede parti bir ayağıyla bu işin içinde, bir ayağıyla dışında durdu. Sonrasında, mitingin bütçesi (şeffaflık) ve mitinge katılmaya kurumlarınca zorlanmış insanların, bindirilmiş kıtaların oluşturduğu kalabalık (devletin tarafsızlığı) konusunda HP her zamanki pragmatik suskunluğuna tutundu; ama bu defa o suskunluğa mahkum kalarak. Bir öyle bir böyle tavır almanın HP’ye bu ölçekte esneklik kazandırabileceği düşünüldü belki, bilemiyorum; ama bu iki örneğin bize gösterdiği şeyi biliyorum: Bu “eski” ve “yeni” ayrımının örgütleme kapasitesi sanıldığından çok daha düşük ve sol doğru hamleler yaptığı, bu ikiliği doğru hamlelerle “sınadığı” zaman, Özersay ve partisi açığa düşüyor. Başka bir deyişle sol, meşruiyetin sınırlarını doğru çizebildiğinde, “eski” ve “yeni” ikiliği ciddi biçimde aşınıyor, işlevsizleşiyor. Bunun tersi de aynı ölçüde geçerli. Burada, statükocuların çizdiği sınırları basitçe reddetmekten değil, sınır çizme inisiyatifini üstlenmekten söz ediyorum.
III.
CTP, atıl kalmaya devam ederse veya sağın zihin dünyasına seslenen bu “yeni” partinin karşında, parlamenter siyasete burun kıvırmayan ve gündelik dertleri “umutlu yarınlar”a asimile ettirmeye çalışmayan “yeni” bir sol inşa edilemezse, muhtemelen HP, artık statükonun “meşru” bir zeminde sürdürülebilirliği açısından hiçbir işe yaramayan UBP’den doğan boşluğu, o boşluktan da dışarıya taşacak bir hacimle ve “meşruiyetle” dolduracak. En azından bir süre… Bu, HP’nin iktidara gittikçe yaklaşması demek; ama bugün ayağına pek takılmayan ve HP tarafından sahici bir biçimde tartışılmayan “statüko”, yarın onu da yavaş yavaş aşındırmaya başlayacak. Bugün HP’nin statükonun bir yarısını görme, onu tamamıyla iç dinamiklere indirgeme konusundaki ısrarı ve statükoya dair genel çerçeve karşısındaki pragmatik suskunluğu, yarın –her şeyden önce- iş ve aş talepleri karşısında seçmenin sükut-u hayale uğraması olarak kendisine dönecek. Asfalt dökecek kadar bile gelir üretemeyen bir ülkede, Kuzey’deki güdümlü yapıyı konuşmadan ekonomik kalkınma hayalleri satmanın bir bedeli olacak muhakkak; ama sol açısından bu, bir binaya beşinci kat çıkıldıktan sonra, kaçak katların yıkılması için karar verilmesine benzer. O saatten sonrası artık “haklı çıkmak” için geçtir.
Oysa parlamenter siyaset bağlamında bir ihtimal daha var… Gelecek haftaki sayıda, bu üç yazılık diziyi, o ihtimal üzerine yazarak noktalayacağım.