Kıbrıs Türk Sağının Düşünsel Açmazları

Bülent Evre: Kıbrıs Türk sağının, yekpare bir yapıdan çok çeşitli eğilimleri ve failleri içerdiğini yadsımaksızın, tarihinin, Kıbrıs Türk toplumunun tarihiyle hemhal olduğunu ileri sürmek abartma sayılmasa gerek

Bülent Evre

bulentevre@yahoo.com

 

 

Modern zamanlardaki siyasal evrenin açıklanmasında ve dönüştürülmesinde yaygın olarak başvurulan sağ/sol ayrımı, esas itibarıyla Batılı toplumlara ait tarihsel koşulların ürünü olmakla birlikte, Batılı olmayan toplumlarda da birtakım özgüllükler kazanarak anlam kazanmaktadır. Basit bir anlatımla, sağ/sol ayrımı her toplumun özgül koşullarında yeni(den) içerik kazanarak iş görmektedir. Bu bağlamda Kıbrıs Türk sağından söz etmek, onun dünyadaki sağ cenahla olan paralellikleri kadar, kendine özgü özelliklerinden ve bu özelliklerden kaynaklanan birtakım açmazlardan da söz etmeyi gerekli kılmaktadır.

Kıbrıs Türk sağının, yekpare bir yapıdan çok çeşitli eğilimleri ve failleri içerdiğini yadsımaksızın, tarihinin, Kıbrıs Türk toplumunun tarihiyle hemhal olduğunu ileri sürmek abartma sayılmasa gerek. Kıbrıs Türk toplumunun tarihi gerek 1974 öncesinde gerekse sonrasında, sağ politikaların ve politikacıların dümen suyunda şekillen(diril)miştir. 1974 sonrası dönemde ortaya çıkan köklü değişimlerle birlikte yeni örgütsel yapılara kavuşan Kıbrıs Türk sağının, günümüzde başta ve ağırlıklı UBP olmak üzere DP ve ÖRP tarafından temsil edildiği söylenebilir. Ancak DP’nin özellikle Annan Planı sonrası ve son UBP iktidarı dönemindeki eylem ve söylemlerinin, onu klasik sağ cenahın ve dolayısıyla aşağıdaki birçok eleştirinin dışında tuttuğunu teslim etmek gerekir.

Bu yazıda, Kıbrıs Türk sağının özellikle siyasal seçkinler açısından; ontolojik, epistemolojik ve etik-politik düzeylerde ortaya çıkan açmazlarını analiz etmeye çalışacağım. Bu arada ayrı bir tartışma konusu olan Kıbrıs Türk solunun da kendine özgü açmazları olduğunu ve eleştirel bir yaklaşımdan muaf olmadığını belirtmeye bile gerek yoktur.

Kıbrıs Türk sağının varoluşsal olarak yaşadığı birinci açmaz, kendi toplumsal kimliğini (Kıbrıslı Türk) ve kendi yurdunu (Kıbrıs) ayrı bir entite (varlık) olarak görmemesi ve hissetmemesidir. Bu duyuş ve düşünüş biçimi, Kıbrıs Türk toplumunun Helen kimliğine karşı mukavemet eden Türk milliyetçiliğinin uhdesindeki Türk kimliğinin hakim olduğu 1974 öncesi koşullarında anlaşılır bir şeydi. Zira ada üzerindeki bütün farklı kimlikleri yok sayan ve onlar üzerinde tahakküm kurmaya çalışan Helen kimliğine dayalı milliyetçilik hareketine karşı bir tepki olarak gelişen Türk milliyetçiliği hareketi sayesinde önceki (Kıbrıslı) Türk kuşaklar, “Türk” kimliğini ve kendi varoluşlarını koruyabilmişlerdir. Keza Kıbrıs’ı Yunanistan’ın bir parçası sayan ve bu meyanda “enosis” politikasını vazeden Yunan milliyetçiliği karşısında, Kıbrıslı Türk milliyetçi seçkinler “taksim” politikasıyla Kıbrıs’ın yarısından vazgeçerek, kuzeyini Türkiye’nin bir parçası yapmaya çalışmışlardır.

1974 sonrasında adanın bölünmesiyle birlikte, taksim politikası kısmen gerçekleş(tiril)irken 1950’li yılların vizyonundan farklı olarak Kıbrıslı Türklerin kendi yönetimlerine ve devletlerine sahip olabilecekleri fikrinin, 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki kurucu ortaklık statüsünün, Kıbrıslı Türk seçkinlerin anlam dünyasındaki  içselleştirilme ve evrilme süreçleriyle bağlantılı olarak ağırlık kazandığı söylenebilir. Fakat buradaki paradoksal durum, Kıbrıs Türk sağının 1983 yılında bağımsız devlet ilan etmekle birlikte, ne ekonomik ne de siyasal anlamda bağımsız ol(a)maması ve Kıbrıs Türk toplumunun ayakları üzerinde durabilmesine yönelik proje ve politikalara iltifat etmemesidir.

Sosyolojik taban açısından, 1974 sonrası kuşaklarda Türk kimliğinden çok Kıbrıs Türk kimliği ağırlık kazanırken ve 1976’dan beri Türkiye’den sürekli ve kontrolsüzce Kuzey Kıbrıs’a taşınan nüfusun oluşturduğu “Tükiyeli “kimliği karşısında “Kıbrıslı” kimliği ön plana çıkarken, Kıbrıs Türk sağı kendisinin de dayandığı sosyolojik tabanın haleti-ruhiyesine ve duyarlılıklarına karşı bigane kalmıştır. Son dönemde tartıştığımız vatandaşlık yasası, beyaz ve yeşil kimlik tüzüğü, kaçakların affına ilişkin kanun hükmündeki kararname gibi yabancı nüfusun lehine yönelik girişimleri, Kıbrıs Türk sağının en büyük temsilcisi konumundaki UBP’nin sosyolojik tabandaki duyarlılıklara karşı duyarsız kalmaya devam ettiğinin en son örneklerindendir.

Kıbrıs Türk sağının epistemolojik düzeyde ortaya çıkan en büyük açmazı ise kendi aklına güvenmek yerine, anavatan olarak bağlı olduğu Türkiye’nin rehberliğine koşulsuzca biat etmesidir. Ünlü düşünür Kant “Aydınlanma nedir?” sorusunun yanıtını “kendi aklını kullanmaya cüret etmektir” mottosuyla özetlemişti. Buna göre kendi aklını kullanmayan, başkasının rehberliğine ihtiyaç duyar ve dolayısıyla reşit olamaz. Kıbrıs Türk sağının epistemolojik önkabulü, Kıbrıs Türk toplumunu reşit yapmayı öngörmediği gibi, onun bağımlı konumunu da yeniden üretmeye hizmet etmektedir.

Bu çerçevede iki ülke arasında kurulan ilişki, Anavatan-Yavru vatan söylemi üzerinden kurgulanmakta ve Kıbrıslı Türkler adeta annenin vesayeti altına sokulmaktadır. Hatta “iki devlet tek millet” söyleminin içeriği bile Ankara-Lefkoşa arasındaki vesayet ilişkisi karşısında boş kalmaktadır. Zira iki ülke arasında kurulan ilişki, saygıya ve mütekabiliyete dayalı devletler arası bir ilişkiden çok, devlet ve onun özerk bir alt yönetimi arasındaki ilişkiyi andırmaktadır.

Kıbrıs Türk sağının sadakatle bağlı olduğu KKTC’nin varlığına ve onun egemenliğine ilişkin anlayışının da ilişkisel ve sınırlı olduğunu görmek gerekir. Şöyle ki sağ cenah, Kıbrıs Cumhuriyetini monopolize eden Rum Yönetimiyle olan ilişkiler bağlamında, KKTC devleti ve ayrı egemenlik kartını öne sürerken, Türkiye Cumhuriyetiyle olan ilişkilerde aynı ısrar ve duyarlılığı göster(e)memekte, tam tersine Kuzey Kıbrıs toprakları üzerindeki etkin kontrolü, ancak icazetli ve sınırlı olarak kullanmaktadır. Bu da Kıbrıs Türk sağının önemli bir açmazıdır.

Kıbrıs Türk sağı vesayete dayalı halihazırdaki TC-KKTC ilişkilerinin dışında, alternatif bir ilişki kipi tahayyül edemediği gibi bu yöndeki toplumsal talep ve projeleri “marjinal” olarak yaftalamakta ve dahası, kriminalize etme yoluna gidebilmektedir. Monist bir zihniyet kalıbı özellikleri sergileyen Kıbrıs Türk sağı, mevcut TC-KKTC ilişkilerinin tek ve yegane biçimi olduğu yanılsamasıyla, bunun dışındaki alternatif bir söylemi, Türkiye ile aramızı açma komplosuna indirgeme eğilimi göstermektedir.

Kıbrıs Türk sağını etik-politik düzeyde değerlendirmek gerekirse, bu konudaki açmazının kendisini tanımladığı siyasal kimlik(ler) ile icraatları arasındaki uçurumun olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kıbrıs Türk sağı özellikle iç siyasette daha çok pragmatik ve popülist davranmakla birlikte, evrensel ideolojiler bağlamında kendisini  “milliyetçi”, “liberal” veya “liberal demokrat” olarak kimliklendirebilmektedir. Kuzey Kıbrıs’taki sağ cenahın,  dünyanın çeşitli yerlerindeki sağın dayandığı milliyetçilik ideolojisi ve pragmatizmiyle birtakım paralellikleri olmakla birlikte, liberalliği ve demokratlığı su götürmektedir.

Kıbrıs Türk sağının tarihsel oluşum sürecinde esas ideolojik omurgasını Türk milliyetçiliği oluşturduğu gayet açıktır. 1974 sonrası kurulan rejimde, bütün kamusal alan ve mekanlar, milliyetçi çerçevenin referansları, simge ve sembolleriyle kodlanmıştır. 1974 öncesi koşullarda ayrılıkçı ve ilhakçı özellikler sergileyen Kıbrıs’taki Türk milliyetçiliği, 1974 sonrasında, her milliyetçi ideolojide olduğu gibi, kendi devleti kurma prensibini hayata geçirdi. Fakat kurulan devletin ulusu esas itibarıyla kendi toprakları dışındaki “anavatanda” olması, gerek kendi topraklarını gerekse kendi devletini anavatandaki ulus-devletin bir uzantısı derekesine indirgedi. Bu bağlamda Kıbrıs Türk sağının siyasal söylemindeki devletlilik ve egemenlik mefhumları, Rum siyasal seçkinlerle olan ilişkilerde bir direnç ve gerilim yaratırken, TC ile olan ilişkilerde içerikten yoksun/biçimsel düzeyde kalmaktadır.

Milliyetçiliğin iç politikadaki etkileri ise bu ideolojiyi paylaşmayanlar açısından bir dışlama ve ötekileştirme sonucu yarattığı gibi, toplumsal cinsiyete veya çevreye ilişkin ulus-altı veya ulus-üstü meselelere karşı derin bir kayıtsızlığı beraberinde getirebilmektedir. Sözgelimi sağ cenahın “kadın”a bakışı, kadın hareketinin duyarlılıklarını paylaşmanın çok gerisinde, oldukça araçsal ve ataerkil düzeyde kalmaktadır. Genellikle KKTC’deki sağ partilerin “kadın örgütü” yerine, “kadın kolları” jargonunu kullanmaları bile, Kadını olsa olsa Erkeklerin başını çektiği bir siyasal organizmanın kollarıyla sınırlı tuttuğunu göstermeye yeter. Keza ülkemizde de giderek ciddi bir sorun haline gelen ve acilen önlem alınması gereken çevreye ve insan sağlığına ilişkin kayıtsızlık hali, mevcut UBP hükümetinin Teknecik ve Kalecik’teki elektrik santrallerinin filtresiz bacalarından çıkan zehirli gazlara rağmen hiçbir önlem almamasında görülebileceği gibi, aynı şekilde çevre felaketlerine yol açabilecek olan Girne’nin göbeğine gökdelen yapılması veya şimdilerde Lefke’de dolum tesisi kurulması projelerine yönelik girişimlerinde da açıkça görülmektedir.

Öte yandan Kıbrıs Türk sağındaki liberal eğilimin, milliyetçi damara göre cılız kaldığını kaydetmek gerekir. Sağ cenahtaki en büyük parti olarak UBP’nin kendi siyasal kimliğini 1976’daki parti programında “Türk milliyetçisi” olarak adlandırırken, son programında “liberal demokrat” olarak tanımlaması dikkat çekicidir. Ne var ki son hükümet dönemindeki icraat girişimleri, söz konusu partinin gerek liberalliğinin gerekse demokratlığının sınırlı düzeyde kaldığını ortaya koymaktadır. Öncelikle liberal bir partinin ilkesel olarak bireylerin temel hak ve özgürlüklerini kullanmaları konusunda hassas olması beklenirken, UBP’nin meşruiyet krizi içine girdikçe, otoriteryen yönetim anlayışının dozunu artırma eğilimi gösterdiği gözlenmektedir. Yine son dönemde toplumsal olarak şahit olduğumuz canlı örnekler üzerinden gidecek olursak, TC Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın KKTC ziyareti sırasında gösteri yapan sendikacılara ve protestoculara uygulanan polis şiddeti ve akabinde UBP’nin şiddete ilişkin destek beyanı, en azından siyasal liberalizmle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Bununla birlikte UBP’nin toplumsal kurumlarımızın özelleştirilmesi ve benzeri ekonomik politikalar konusundaki ısrarı, söz konusu partinin ancak ekonomik anlamda (neo-)liberal olabileceğini ima etmektedir.

Keza demokratlık bakımından da UBP’nin sınırlı demokrasiye inandığı anlaşılmaktadır. Temel hak ve özgürlükleri güvence altına alamayan bir yönetim, sadece belirli periyodik aralıklarla sandık başına gidiyorsa, orada liberal demokrasiden çok seçim demokrasisinden söz edebiliriz ancak. Bu çerçevede UBP’nin demokrasi anlayışı yurttaşların belirli aralıklarla yapılan seçimlerde oy vermeleriyle sınırlı görülmekte ve yurttaşların kamu politikalarının oluşum süreçlerine sivil toplum örgütleriyle katılmaları teşvik edilmemektedir. Bir bakıma UBP toplumsal meşruiyeti ıskalayarak, demokrasiyi salt kurumsal bir düzenleme sistemine indirgeyerek yönetmeye çalışmaktadır. Nitekim kendisi dışındaki neredeyse bütün muhalefet partilerinin ve sivil toplum örgütlerinin katıldığı Toplumsal Varoluş Mitinglerinde dillendirilen talepler karşısındaki kayıtsızlığı ve meşruiyet kaybına rağmen iktidarda kalma ısrarı, UBP’nin nasıl bir demokrasi anlayışını temsil ettiğini yeterince açıklamaktadır. Ünlü düşünür Foucault’nun Kıbrıs Türk toplumunun geçmekte olduğu süreç bağlamında anlamlı olabilecek sözüyle bitirelim: “şu an ne olduğumuzu keşfetme değil, reddetme zamanıdır!”

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri