Kıbrıs Türk Solunda Farklı Eğilimler

Tufan Erhürman: Değerli dostum Cemal Mert’in Gaile’nin bu sayısında yayımlanan yazısını daha önce okuma fırsatı buldum. Girişte Sayın Birikim Özgür’le yaptığım tartışmaya atıf yapmış olmasına karşın, yazının devamında üretmeye çalıştığı

Tufan Erhürman

tufaner@yahoo.com

 

 

Değerli dostum Cemal Mert’in Gaile’nin bu sayısında yayımlanan yazısını daha önce okuma fırsatı buldum. Girişte Sayın Birikim Özgür’le yaptığım tartışmaya atıf yapmış olmasına karşın, yazının devamında üretmeye çalıştığı sistematik çerçevesinde benim görüşlerimi hangi kategoriye yerleştirdiğini açıkça söylemediği için bu yazıyı ona bir yanıt olarak kaleme almadım. Bununla birlikte, kanımca bazı eksiklikler var Cemal’in sınıflandırmasında. Amacım, yazısından yararlanarak bu eksiklikleri gidermeye yönelik bazı öneriler geliştirmektir.

 

I. Türkiye’ye Bakış

Her şeyden önce sevgili Cemal’in sol çevrelerde Türkiye’ye bakış konusunda oluşan ayrışmayı ikili bir ayrım çerçevesinde ele almasının sorunlu olduğunu düşünüyorum. Kanımca Kıbrıs Türk solunda bu konu ekseninde oluşan ayrışmada ikiden fazla konum belirlemek hem mümkün, hem de gereklidir. Daha önce Sayın Birikim Özgür’ün yazılarında yer alan “Türkiye’ye karşıtlık üzerinden politika üretenler”i bir kategori olarak ele almak imkân dahilinde olsa bile, geriye kalanları “Türkiye’yi stratejik bir müttefik olarak görenler” grubu içerisinde toplamak doğru görünmüyor bana. Kendi adıma önce bu grubu, “Türkiye ile KKTC ve Türkiye halkı ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki ilişkilerin başka iki ülke ve başka iki halk arasında olan ilişkilere oranla çok daha özel olduğunu kabul edenler” olarak tanımlamayı ama burada durmayıp, grup içerisindeki farklı eğilimleri de saptamayı daha doğru buluyorum. Bu grupta bana göre iki ayrı kesim yer alıyor. Bunlar, Türkiye devletinin ve hükümetinin bazı yetkililerinin vesayetçi girişimlerini stratejik ve reel politik sebeplerle görmezden gelmeyi, hatta zaman zaman şekilden ziyade esasa değer vererek desteklemeyi doğru bulanlar ile ilişkilerin eşitler arasında kurulması gerektiğini söyleyip, vesayeti her durumda reddedenlerdir. Dolayısıyla bu ayrımı daha da netleştirebilmek için soldaki ayrışmayı şöyle bir gruplandırma çerçevesinde değerlendirmek bana göre daha doğrudur:

1. Sol siyaset Türkiye karşıtlığı üzerinden şekillendirilmeli, Türkiye işgalci bir devlet olarak tanımlanmalı ve Kıbrıs sorunuyla ilgili her türlü olumsuzluğun Türkiye’den kaynaklandığı vurgulanmalıdır diyenler.

2. Türkiye ile KKTC ve Türkiye halkı ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki ilişkiler başka iki ülke ve başka iki halk arasında olan ilişkilere oranla çok daha özeldir ve bu çerçevede değerlendirilmelidir diyenler. Bu grupta yer alanlar da kendi içlerinde iki gruba ayrılmaktadırlar:

a) İlişkiler özel olduğuna göre, Türkiye devletinin ve hükümetinin bazı yetkililerinin vesayetçi girişimleri stratejik ve reel politik sebeplerle görmezden gelinmelidir; bu noktada ilişkilerle ilgili usule değil, esasa değer verilmeli, esasta sorun yoksa, Kıbrıs Türk halkının iradesinin es geçilmesi üzerinde durulmamalıdır diyenler.

b) Kıbrıs Türk halkının özne olma kapasitesini değerler hiyerarşisinde birinci sıraya koydukları için, eşitler arasında ilişki kurulması ve vesayetin her koşulda reddedilmesi gerektiğini söyleyenler.

Böyle bir ayrım yapmak mümkünse, ben, ikinci grubun (b) kısmında konumlandırıyorum kendimi.

 

II. Küreselleşmeye Bakış

Sevgili Cemal, Kıbrıslı Türk solcuların “küreselleşme”ye bakış çerçevesindeki düşüncelerini da ikili bir ayrım üzerinden ele alıyor. Ona göre, bu konudaki ayrışma, küreselleşmeye ulusalcı tepki gösterenlerle, küreselleşmeyi ilerici ve enternasyonalist bir gelişme olarak görenler arasında yaşanmaktadır. Oysa ben bu konuda aşağıdaki gibi bir ayrım yapılmasını daha doğru buluyorum:

1. Küreselleşmeyi emperyalizmin ve neo-liberal ideolojinin bir ürünü olarak algıladıkları için buna karşı çıkmanın ve tepki olarak ulus-devleti savunmanın gerekli olduğu düşüncesinde olanlar.

2. Küreselleşmenin emperyalizmle, neo-liberalizmle, uluslararası sermayenin hegemonyası ile ilgisini görmezden gelip, onu ilericilerin ve enternasyonalistlerin savunması gereken bir olgu olarak görenler.

3. Küreselleşmenin belli yönleriyle endüstri devrimi benzeri bir olgu olduğunu, bu anlamdaki küreselleşmeye karşı endüstri devrimi sırasında ortaya çıkan makine kırıcıların yaptığına benzer bir mücadele yürütülemeyeceğini söyleyenler.

Bu grupta yer alan solculara göre, birçok olgu gibi küreselleşmenin de iki yanı vardır. Bunlardan biri, sol değerler çerçevesinde kabul edilemez. İkincisi ise bir olgudur ve solun mücadele olanaklarını artıran yanları vardır.

Bu grupta yer alan solculara göre, emperyalizmin, neo-liberalizmin ve uluslararası sermaye hegemonyasının, bu arada bunların sonuçları olan işsizliğin, sosyal güvencesiz, sendikasız, grev ve toplu sözleşme hakkı olmadan, esnek çalışma saatleri çerçevesinde çalışmanın ve çevreyi “ekonomik akıl”a feda etmenin sol adına savunulabilecek herhangi bir tarafı yoktur.

Buna karşın, iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesi sonucu ortaya çıkan “küreselleşme”, insan hakları gibi değerlerin evrenselleşmesi ve bunların yardımıyla enternasyonalist solun dünyanın dört bir yanındaki yoldaşlarıyla birlikte mücadele etme olanaklarının artması tabii ki olumludur. Bu çerçevede sol, kendi ulus devletinin veya halkının AB ve benzeri uluslararası örgütler içinde yer almasına karşı çıkmaz. Ancak bu uluslararası örgütler içerisinde tüm ezilenlerin ve hâkim durumda olmayan tüm kesimlerin eşitlik mücadelelerine dünyanın dört bir yanındaki yoldaşlarıyla dayanışma içinde destek verir.

Bu arada bu grupta yer alan sol, Kıbrıs’ın özel koşulları çerçevesinde, dost ve kardeş olsa da, bir devletin siyasi vesayetinin sosyal, kültürel ve ekonomik araçlarla tahkim edilmesini, küreselleşmenin doğal ve kabullenilmesi/desteklenmesi gereken bir yanı olarak görmez ve buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini savunur.

Böyle bir ayrım yapmak mümkünse, ben üçüncü grupta konumlandırıyorum kendimi.

 

III. Özelleştirmeye Bakış

Sevgili Cemal’e göre, Kıbrıslı Türk solcular özelleştirmeye bakış çerçevesinde de iki gruba ayrılmaktadırlar. Birinci grupta yer alanlar devletçi politikaları savunmakta ve özelleştirmeye kategorik olarak karşı çıkmaktadırlar. İkinci grupta yer alanlar ise özelleştirmeye pragmatik yaklaşmakta, üretim araçlarının mülkiyetinden ziyade ekonomik demokrasiye yoğunlaşmaktadırlar. Ben burada ikili değil, beşli bir ayrım yapmanın daha doğru olacağı kanaatindeyim.

 

1. Solculuğu bir tür devletçilik olarak gördükleri ve/veya bugünkü yapıdan müstefid oldukları için, devletçi politikaları her durumda savunarak, sadece özelleştirmeyi değil, bugünkü yapıdaki herhangi bir değişikliği de kategorik olarak reddedenler.

2. Uluslararası sermayenin küresel hegemonyasına karşı çıktıkları ve yerli/milli burjuvaziyi uluslararası burjuvaziye yeğledikleri için, özelleştirme olacaksa, üretim araçları yerli burjuvaziye satılmalıdır/devredilmelidir diyenler. 

3. Özelleştirmeyi günümüzün olmazsa olmaz, çağdaş bir olgusu ve uluslararası topluluğa entegre olmanın vazgeçilmez bir aracı olarak kabul etmek suretiyle, onu kategorik olarak kabul edip, olumlayanlar.

4. Ekonomik demokrasi ve “çoğulcu ekonomi” üzerinde durarak özelleştirmeyi pragmatik yaklaşım çerçevesinde kabul edebileceğini söyleyenler.

5. Normal şartlarda devletçi ekonominin sosyalizm anlamına gelmediğini “devlet kapitalizmi”ne dönüşen reel sosyalist örneklerden bildikleri için devletçi ekonomiye sıkı sıkı sarılmamakla birlikte, Kuzey Kıbrıs’taki aktüel anlamıyla özelleştirmeyi reddedenler.

Bu grupta yer alanlar somut koşulların somut tahlilinden hareket etmektedirler. KKTC’de bugün gündemde olan özelleştirme, bu grupta yer alan solculara göre, daha fazla işsizlik, sendikasızlık, düşük ücretle, esnek saatlerle çalışma, grev ve toplu iş sözleşmesi haklarını barındırmayan çalışma koşulları, daha az demokrasi, daha az egemenlik, daha fazla vesayet, daha fazla çevre kirliliği, daha az kamusal denetim ve stratejik kurumların yabancı özel tekellerin eline geçmesi anlamına geleceğinden reddedilmelidir.

Bununla birlikte, özerkleştirme, özyönetim gibi ekonomik demokrasi araçları bu grupta yer alan solcular tarafından reddedilmemektedir.   

Böyle bir ayrım yapmak mümkünse, ben beşinci grupta konumlandırıyorum kendimi.

 

IV. Federalizme Bakış

Sevgili Cemal, Kıbrıslı Türk solcuların Kıbrıs sorunu konusundaki bakışını üç grupta ele almaktadır. Bunlar, Kıbrıs’ta bu koşullarda çözüm olmayacağı varsayımı ile müzakerelere duyarsız kalarak, Türkiye, NATO, BM ve AB karşıtlığı üzerinden politika üretenler; küreselleşmenin çözüm için uygun bir zemin olduğunu, BM, AB ve Türkiye ile birlikte çalışarak sonuç alınabileceğini savunanlar ve Annan Planı’nı Rumların reddetmesinden sonra örtük olarak sağ cenahın konfederalist tezine yaklaşanlardır.

Ben de burada, sevgili Cemal gibi, üçlü bir ayrım yapmayı doğru buluyorum. Ancak ayrım için kullandığım kriterler Cemal’inkilerden farklı. Bana göre, Kıbrıslı Türk solcular, Kıbrıs sorununun çözümü konusundaki görüşlerinden hareketle üç gruba ayrılabilirler.

 

1. Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönüşten başka gerçekçi bir çözüm yoktur diyenler. Bu grupta yer alanlara göre, coğrafi federalizm hem gerçekçi değildir, hem de mülkiyet, vatandaşlık gibi konularda de facto (fiili) durumu hukuksallaştırmaya yöneldiği için gayri adildir.

2. Kıbrıslı Rumlar Annan Planı’na “hayır” dediklerine ve herhangi bir federal çözüme de yakın durmadıklarına göre, konfederasyondan başka çıkar yol yoktur diyenler ya da demeye getirenler.

3. Kıbrıs’ta federalizmin tarihin dayatması olduğunu, federasyondan başka çıkar yol bulunmadığını, aşağıdaki gerekçelerle savunanlar:

(i) BM zemini en azından son 40 yıldan beri federasyondur.

(ii) Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönüş hem bu kadar zamandan ve değişen koşullardan dolayı gerçekçi değildir, hem yeni çatışmalara gebedir (en azından vatandaşlık ve mülkiyet konularında), hem insan haklarına uygun değildir (en azından vatandaşlık ve mülkiyet konularında), hem de bir toplumun (Kıbrıs Rum toplumunun) diğer bir toplum (Kıbrıs Türk toplumu) üzerinde tahakkümüne elverişlidir.

(iii) Konfederasyon, hem Rumlar tarafından asla kabul edilmeyeceğinden elverişli değildir, hem Kıbrıslı Türklerin özne olmasını, vesayetin ortadan kalkmasını sağlamayacaktır, hem iki ayrı pazar çerçevesinde sömürü olanaklarını artıracaktır, hem de milliyetçiliği körükleyerek enternasyonalizmin olanaklarını azaltacaktır.

(iv) “Farklılık içinde birlik” şiarını öne çıkaran federal ilke, eşitlikçi ve enternasyonalist sol politikanın Kıbrıs için üretilmiş bir özeti gibidir.

Böyle bir ayrım yapmak mümkünse, ben üçüncü grupta konumlandırıyorum kendimi.

 

V. Türkiye Kökenli KKTC Vatandaşlarına Bakış

Sevgili Cemal, Kıbrıs Türk solunun bu konudaki düşüncelerini de ikili bir ayrım çerçevesinde ele almaktadır. Ona göre, bir taraf emeğin, sermayenin, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını savunma pozisyonu gereği Türkiye kökenli nüfusa teknik bir muhaceret politikası olarak bakarken, diğer taraf bunu toplumsal kimlik ve kültürün yok olması olarak algılamaktadır. Kanımca burada da ikili değil, üçlü bir ayrım yapmak gerekir.

 

1. Kıbrıs’ı yalnızca “orijinal Kıbrıslı”ların vatanı olarak gördükleri ve/veya Türkiye’den gelen insanların buraya Türkiye Cumhuriyeti tarafından, Kıbrıslı Türkleri asimile etmek amacıyla aktarılan bir nüfus olduğunu düşündükleri için, Türkiye kökenli KKTC vatandaşlarına yönelik ayrımcılığı, hatta “ırkçı”lığı meşru görenler.

2. Meseleye, emeğin, sermayenin, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı çerçevesinde baktıkları için, Türkiye kökenli nüfusa teknik bir muhaceret politikasının nesnesi olarak bakanlar.

3. Meseleyi bir insan hakları meselesi olarak gördükleri için, KKTC vatandaşı olan herkes, doğum yeri, dini, mezhebi, milliyeti, etnik kökeni, dili ne olursa olsun eşittir. Kıbrıs’ta doğmadığı, Müslüman, Sünni, Kıbrıslı Türk olmadığı ya da Türkçe konuşmadığı için kimseye ayrımcılık yapılamaz ama Müslüman, Sünni ve Türk olduğu için herkes de Kıbrıs’ta sırf bu sebeplerle otomatik olarak vatandaş olmayı talep edemez diyenler.

Böyle bir ayrım yapmak mümkünse, ben üçüncü grupta konumlandırıyorum kendimi.

 

Sonuç

“Ekonomik yaklaşım temelli meselelere bağlı olan fikirsel düzlemdeki ayrışma noktaları, siyasal düzlemde açık ve net olarak deklare edilmediğinden ya da bütünlüklü siyasal bir program olarak ortaya konmadığından, tartışmaların tarafları ‘kaçak dövüşen güreşçiler’ pozisyonunda kalıyorlar. Tartışma konuları kitlelerin gözünde silikleşmiş bir hâl almış durumdadır. Tartışmaya katılan herkes pozisyonunu daha net ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymak zorundadır. Çünkü genel geçer kavramları ifade etmek çoğu zaman bir şey söylememekle eşanlamlıdır.

Sol politik cephedeki bulanık ortamda bir şey söylemeden konum kapmaya hevesli olanlara fırsat vermemek gerekir. Bu durumda sol politikalar bağlamında ortaya çıkan örtük ya da açık tartışma ve ayrışma noktalarını cesurca ortaya çıkarmamız gerekmektedir.”

Sevgili Cemal’in yukarıya aktardığım sözlerini kim ya da kimler için söylediğini bilmiyorum. Bu güne kadar görüşlerimi en somut ve açık şekilde ortaya koyduğum, dahası “konum kapmaya” hiç de hevesli olmadığım için bu eleştiriyi asla üzerime almıyorum. Ama altını çizerek vurgulamalıyım ki bu konuda fikir beyan ettiğini düşünen bazı kişiler açısından bu sözlere aynen katılıyorum.

Herkes, solda durmaya devam edip etmediğini, solda durmaya devam ettiğini iddia ediyorsa, bunun nasıl (ve neden) bir sol yaklaşım olarak değerlendirilebileceğini ve memleketin somut meseleleri ekseninde ne gibi çözüm önerileri olduğunu açıkça ortaya koymalıdır. Aksi hâlde kimsenin, birilerinin sol gösterip sağ vurmaya çalıştığı konusunda endişelenenleri eleştirmeye hakkı kalmaz!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri