Son günlerde hiç beklemediğim bir biçimde Kıbrıs sorunu TC ve KKTC yetkili ve etkili çevreleri tarafından sürekli gündemde tutulmaya çalışılıyor.
Bu gündemde tutma “çözüm söylemleri” bağlamında yapılsa elbette bizler de bundan mutlu olacağız.
Ancak maalesef öyle değil.
Hem Eroğlu, hem de TC AB bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın söylemleri daha çok “Ocak zirvesi de olsun bitsin ve çözüm olamayacağı ilan edilsin” yönündedir.
Bu söylem bana dünü hatırlatmaktadır.
Dün, çok değil bundan 7-8 yıl önce ve tabii ondan önce de Türk tarafı bir bütün olarak “çözümsüzlük çözümdür” yaklaşımındaydı.
Bunu seslendirmekten de çekinmiyorlardı.
Bu nedenle Türk tarafı BM, AB ve dünya indinde hep çözümsüzlüğün suçlusu olarak mahkum olan taraftı.
Türk tarafı bu politika nedeniyle her yönden, ama özellikle ekonomik bakımdan büyük zarar gördü.
Türkiye bu nedenle çok büyük bedeller ödedi.
KKTC bu nedenle ambargo ve izolasyonlarla ezildi.
2004 sürecinde hem KKTC’de, hem de Türkiye’de yaşanan köklü iktidar değişikliği ile birlikte Türk tarafı çözüme vurgu yapmaya, çözüm istediğini yüksek sesle seslendirmeye ve en önemlisi çözümü zorlamaya başladı.
Bu süreç referandumda ağırlıklı çoğunlukla evet kararının çıkmasını getirdi.
Hayır deyen Rum tarafı ilk kez suçlandı.
Sonraki süreçte de çözümü zorlayan taraf hep Türk tarafı oldu.
Türk tarafı 2004’ten bu yana sürdürdüğü bu politikanın zararını görmedi.
Aksine ilk zamanlar her yönden, ama özellikle ekonomik bakımdan çok yararını gördü.
Şimdi durup dururken bu politika değişikliği neden?
Neden yeniden artık dünde kaldığına inandığımız çözümsüzlük söylemleri öne çıkarılıyor?
Neden Ocak zirvesi ve en çok da 6 aylık süre konuyor ve oldu oldu, olmadı herkes yoluna diye kestirilip atılıyor?
Bir zaman sınırlaması gerekli mi?
Evet gereklidir.
BM’nin hakemlik rolü üstlenmesi gerekli mi?
Evet o da gereklidir.
Ama Rum tarafı bunu kabul etmedi diye masada hiç esneklik göstermeden 6 ay içinde bu iş oldu oldu, olmadı herkes kendi yoluna derseniz olmaz.
O zaman size hani nerede, hangi önemli konuda ne gibi esneklikler gösterdiniz diye sorarlar.
***
Son dönemde hem TC, hem de KKTC yetkili çevrelerinin söylemleri benim aklıma başlıkta sorduğum soruyu getirdi.
Kıbrıs Türkü rehine mi?
1 Mayıs 2004 tarihinde fiilen AB üyesi olan ve önümüzdeki Temmuz ayında AB dönem başkanlığını da üstlenecek olan Rum tarafı, Türkiye’nin AB aday üyesi olmasından dolayı bu avantajını kullanarak Türkiye’ye baskı uygulamaya çalışıyor.
Rum tarafı AB üyesi olduğu günden itibaren “madem biz tam üyeliği aldık ve veto hakkını da elde ettik, o zaman Türkiye üye olmak isterse bizi tatmin etmek zorundadır” demektedir.
Bu düşünce aynı zamanda referandumda hayır çıkarmalarının da en başta gelen nedenidir.
Yani Rumlar bütün Kıbrıs adına AB üyesi oldular. Biz Kıbrıslı Türkler de deyim yerindeyse “askıya alındık”.
Askıda bekliyoruz.
Egemen Bağış birkaç gün önce “Tayvan modeli” dedi.
Önceki gün de ''Ben Kıbrıslı olsam Türkiye'nin AB üyeliği için Türk Başmüzakereci'den daha çok çalışırdım. Çünkü bu onlar için en ucuz sigortadır'' dedi.
Bu ne anlama geliyor?
Açıkçası Türkiye AB üyesi olmadan Kıbrıs sorunu çözülemez demektir.
Böyle bir ifade sayın Bağış’a yakışmadı.
Ben yakıştıramadım.
Hele önce Tayvan modeli ile çözümsüzlüğü kalıcılaştırmak, ardından da biz AB üyesi olmadan sorunu çözmeyeceğiz demek gerçekten anlaşılır değildir.
TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bu söylemi doğru bulmamış olacak, Tayvan modeli çözüm yönündeki bir soruya verdiği yanıtta “bu teknik bir konudur” yanıtını verdi.
Sayın Gül’ün 2004 sürecinin Dışişleri Bakanı olduğunu hatırlarsak sanırım bu söylemi iyi değerlendirmek gerekir.
***
Kıbrıs Türkü AB dışında, askıda bekletilerek bir yandan Rum tarafının Türkiye’ye karşı rehinesi durumundadır. Öte yandan da Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde Rum tarafına karşı rehinesi durumundadır.
Bu böyle devam edemez.
Kıbrıs Türkü’nün tek çıkış yolu çözümdür.
Çözüm vizyonunu devam ettirmek bu nedenle çok önemlidir.