Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com
Kıbrıs Sorunu dediğimiz zaman karşımıza son derece çetrefilli bir çatışma tablosu çıkar. Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türklerin çatışmaları, Türkiye ile Yunanistan’ın çatışmaları, Kıbrıslı Rumlar ile Yunanistan’ın çatışmaları ve Kıbrıslı Türkler ile Türkiye’nin çatışmaları... Öte yandan Ege çatışmaları, günümüzde işbirliği ile çatışma arasında kalan ama ibrenin işbirliği yönüne kayacağı yönünde çok da iyimser olamadığımız doğal gaz ve petrol kaynakları, insanlığın kanayan yarası Orta Doğu ile aramızdaki kısacık mesafe ve siyasetimizin her alanına sıçramış bir çatışma kültürü... Kıbrıs eksenli savaş ve barış kavramları ne 1974 ile başlamış, ne de 1974 ile bitmiştir.
1974 darbesi yapıldığı zaman Türk-Yunan ilişkileri Ege’deki kıta sahanlıkları üzerindeki anlaşmazlıklar nedeniyle bozulmuş durumdaydı ve Türkiye’nin Ege adalarının neredeyse tamamını Yunanistan’a kaptırdıktan sonra Kıbrıs’ı da Yunanistan kontrolünde bırakmaya tahammülü yoktu. Bununla birlikte, 20 Temmuz sabahı başlayan harekât Yunanistan’a savaş ilan edilerek değil, Garanti Antlaşması’nın dördüncü maddesine dayanılarak, yani “silah zoruyla bozulan anayasal düzeni yeniden eski haline döndürmek” teziyle devreye konmuştu (bknz: Armaoğlu 2009). Darbeciler 20 Temmuz’a kadar Kıbrıslı Türkler’e saldırmamış ve Enosis’i ilan etmemişlerdi. Bu sayede Türkiye’nin müdahele etmeyeceğini düşünmüşlerdi. Fakat Türkiye buna rağmen son derece tedirgindi. Yunanistan’a rağmen başta olan Makarios’un devrilerek Yunanistan tarafından atanan Sampson’un başa gelmesi Türkiye’nin perspektifinde Kıbrıs’ı Yunan kontrolüne sokmaya fazlasıyla yeterliydi. Bütün bu şartlar altında, 20 Temmuz günü sabaha karşı Türkiye havadan, denizden ve karadan askeri operasyon başlatmıştı. Başbakan Ecevit “biz sadece Türklere değil, Rumlara da barış götürmek için adaya gidiyoruz” şeklinde bir açıklama yapmış ve bu bağlamda Türkiye “Barış Harekâtı” adını alan askeri operasyonu başlatmıştı.
Üçüncü Dünya, Bağlantısızlar ve Sovyetler Birliği çok da ABD sempatizanı olarak görünmeyen Ecevit Hükümeti’nin Kıbrıs’taki Cunta rejimini çökertme amacında olduğu ve Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ı yutmasının önüne geçileceğinden dolayı harekâtın ilk aşamasına karşı tepki göstermemişti. Öte yandan adaya istikrar geleceğini düşünen ABD’nin de ciddi bir tepkisi olmamıştı (Armaoğlu a.g.e). Türkiye harekâtın ilk iki gününde Lefkoşa’ya kadar inmeyi başarmıştı. 22 Temmuz’da çift taraflı ateşkes çağrısı yapılmış ve savaş geçici olarak durmuştu. Bu iki gün zarfında İoannidis Cuntası Kıbrıslı Rumlara yardım etmekte yetersiz kalmıştı. Bu Yunan Cuntası’nın da Kıbrıs’taki darbenin de sonu olmuştu. 22-23 Temmuz’da hem İoannidis hem de Sampson istifa etmiş, Yunanistan’da Karamanlis, Kıbrıs’ta Kleridis iş başına gelmişti (Kleridis 1989-1992).
Ağustos ayında Yunanistan, Türkiye ve İngiltere Dışişleri Bakanları ve Kıbrıslı liderler Denktaş ile Kleridis Cenevre’de müzakerelere başladılar. Yunanistan ve Rum tarafı 1960 düzenine dönmeyi, Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı ise adada coğrafi temellerde bir federasyon kurulmasını istemişlerdi (Kleridis a.g.e, Birand 1984). Doğacak bir uzlaşı binlerce insanın hayatını kurtarabilirdi. Ancak bu ne yazık ki gerçekleşmedi. Görüşmelere yine çatışma koşulları egemen oldu ve diplomatik çabalar kısa süre içerisinde çöktü. 14 Ağustos günü harekâtın ikinci safhası başladı. Bunu binlerce can kaybı, yüz binlerce göç, ikiye bölünen bir ada ve yıllardır çözümsüz kalan bir Kıbrıs Sorunu izledi.
1974 yılı, Kıbrıs Tarihi’nin çatışma eksenli seyri açısından ilk olmadığı gibi ne yazık ki son da olmamıştı. Adadaki iki toplum, Türkiye ve Yunanistan daha 1950’li yıllardan beridir çatışma halindeydiler. Orta Doğu’nun komşusu olan bu coğrafyayı paylaşan toplumlar olarak aramızda bir barış ve işbirliği kültürü geliştirmeyi o dönemden beridir başaramamıştık. Birbirimize karşı uyguladığımız hoşgörü ve işbirliği politikaları değil, güç politikalarıydı. 1974 yılı bu bağlamda güç politikalarında üstünlüğün el değiştirmesinden başka birşey değildi. O zamandan bu zamana Kıbrıs Sorunu çözümsüzlüğünü sürdürüyor ve bunun en önemli sebebi barış ve işbirliği zeminini oluşturmak noktasında Yunanistan’ın, Türkiye’nin ve Kıbrıslıların gerekli uzlaşma momentini yakalayamamış olmasıdır. Realizm ve milliyetçilik doğrultusunda savaşların ve etnik şiddetin “yenenleri” ve “yenilenleri” vardır. Fakat Hümanizm’e göre savaştan da şiddetten de yara alan insanlıktır. Kıbrıs’taki mağduriyetler Kıbrıslı Türkler açısından 1963’te başlamış, 1974’te bitmişti. Kıbrıslı Rumlar açısından ise 15 Temmuz 1974’te başlamıştı ve halen daha devam etmektedir.
Bütün bu süreç hakkında ne 1963-1967 olayları, ne Yunanistan ve Türkiye’nin 1974 yılında gerçekleştirdikleri Kıbrıs müdahaleleri, ne de taraflardan her hangi biri tek başına suçlanabilir. Bunlar baştan sağlıksız zeminler üzerine inşa edilen bir binanın birer birer yıkılan parçalarından ibaretti. Baştan sağlıksız inşa edilen bina ise Kıbrıs Cumhuriyeti değil, Kıbrıs’ın iki toplumu ve Türkiye-Yunanistan arasındaki ilişkilerin barış ve işbirliğine değil çatışmaya dayanıyor olmasıydı. 1963-1974 döneminde Kıbrıs’taki iki toplumun toplam 2,000 civarında “kayıp şahsı” vardı. Toplu mezarların açılması sonrasında yüzlerce katliam kurbanı bulunarak ailelerine teslim edilmeye başlandı.
Günümüzde Türkiye Rum tarafını Kıbrıs’ın NATO ve Barış İçin Ortaklık’a katılımını, Yunanistan ve Rum tarafı ise Türkiye’yi AB üyeliğini veto etme kozuyla “yola getirmeye” çalışmaktadır. Öte yandan Kıbrıs’taki müzakerelerin seyri 4-5 ay önce doğan iyimserliği izleyen bir ivmeyle ilerlememektedir. Barış ve işbirliği oluşturma hususunda örnek alabileceğimiz emsallerin başında iki dünya savaşı boyunca birbirleriyle savaşan fakat son on yıllarda aralarından su sızmayan Fransa ve Almanya gelmektedir. Aralarında maden yataklarından stratejik bölgelere kadar pek çok husumet sebebi bulunan Fransa ve Almanya çatışmayı işbirliğine dönüştürmeyi başarmıştır. Bugün Avrupa Birliği’ni kasıp kavuran ekonomik kriz aralarındaki işbirliği ve ortaklaşa ekonomi politikaları nedeniyle Fransa ve Almanya’yı ciddi biçimde sarsmış değildir. Aynı şeyi Kıbrıs’taki iki toplum, Türkiye ve Yunanistan da yapmalıdır. Aynı coğrafyayı paylaşan toplumların işbirliği ve barış yerine çatışma temelinde siyaset üretmeleri hem bölgeye istikrarsızlık getirir, hem de insanlığı yaralayıcı savaşlara ve etnik şiddete sebep olur. Aralarındaki işbirliği ise hem siyasal ve ekonomik istikrara, hem de insanlığı geliştiren değerler üretilmesine önayak olur. Bu nedenle, Kıbrıs-Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde çok kültürlülüğün zenginleştireceği bir barış ve işbirliği dinamiğine ihtiyacımız vardır.
Kaynakça
Armaoğlu, F. 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi. İstanbul: Alkım.
Birand, M.A. 1984. 30 Sıcak Gün. İstanbul: Milliyet yayınları.
Kleridis, G. My Deposition. Cilt 1-4, Lefkoşa: Alithia, 1989-1992.