“Bir sabah Süleyman kapıyı vurdu, bu sefer Mevlut hemen açtı. ‘Savaş çıktı oğlum’, dedi amcasının oğlu, ‘Kıbrıs’ı fethediyoruz’. Mevlut onunla Duttepe’ye amcasının evine gitti.
Herkes televizyonun başındaydı. Askeri marşlar çalıyor, tank ve uçak görüntüleri veriliyor ve Korkut atılıp hemen ‘C-160, M47’ diye tiplerini söylüyordu. Sonra Ecevit’in aynı görüntüsü, ‘Allah milletimize, bütün Kıbrıslılara ve insanlığa hayırlı etsin’, deyişi tekrarlanıyordu. Ecevit’e komünist diyen Korkut onu affetmişti.
Ekranda Makaryos ya da Yunan generalleri belirince bir küfür savuruyor, hep birlikte gülüşüyorlardı. Duttepe durağına indiler, kahvelere uğradılar. Mutlu ve heyecanlı bir kalabalıkla doluydu her yer ve herkes aynı görüntülere, jetlerin uçuşuna, tanklarla bayraklara, Atatürk ve paşalara bakıyordu. Asker kaçaklarının derhal şubelerine gitmeleri de düzenli aralıklarla televizyonda duyuruluyor, Korkut da her seferinde ‘Ben zaten kendim gidecektim,’ diyordu. (…) Mevlut ders kitaplarında anlatılan, Orta Asya’dan gelen o Türklerden olduğunu hissetti o gece.”
Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık adlı romanında Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’a asker çıkarmasının ülkede yarattığı atmosferi bu sözlerle anlatıyor.
Usta yazar, milliyetçi Korkut’un “komünist” olarak gördüğü Ecevit’i affettiğini ve herkesin “mutlu” ve “heyecanlı” olduğunu vurgularken, aslında Türkiye’nin Kıbrıs savaşının ideolojik farklılıkları sildiğini ve herkesin büyük bir sevinç ve coşkuya kapıldığını söylüyor. Ve tabii, milliyetçiliğin nasıl birdenbire tırmanışa geçtiğini...
Sadece milliyetçi Mevlut değil, o gün herkes “Orta Asya’dan gelen o Türklerden olduğunu” hissediyordu. Türk milliyetçiliği, bütün siyasi oluşumları etkisi altına almış, zihinleri bütünüyle kuşatmıştı. Sadece Bülent Ecevit gibi sosyal demokratlar değil, ülkenin Marksist solu da savaşı haklı gördü ve sonuçlarını benimsedi. Mümtaz Soysal gibi Kemalist solcular imparatorluk nostaljisine kapılarak Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kaybına başladığı gerileme döneminden sonra ilk defa Kıbrıs’ta “taşma” yaşandığını vurgulayıp, Kıbrıs’ı “büyük hayallerinin” baş köşesine yerleştirdiler.
Ve aradan geçen kırk yıldan fazla zaman içinde Türkiye’nin Kıbrıs politikasını eleştiren siyasi grupların ve solcu aydınların sayısı bir elin parmağını geçmedi.
Oysa Türkiye’nin “barış harekatı” olarak adlandırılan Kıbrıs savaşında binlerce insan yaşamını yitirdi.
Yerinden edilen Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin sayısı ada nüfusunun üçte birine tekabül ediyor.
Ülke demografik ve coğrafi olarak bölündü ve savaştan sonra “güçlü olan haklıdır” anlayışından hareketle “kuvvet nizamı” dayatılmaya kalkışıldı. Ülkenin birliğini bütünlüğünü ve anayasal düzeni garanti eden Garanti Antlaşması açıkça ihlal edildi. Böyle olduğu halde, gayrı-meşru uygulamalar “oldu-bitti” olarak kabul edildi ve hiçbir zaman tartışmaya açılmadı.
Askeri ve stratejik düşüncelerle adanın coğrafi olarak bölünmesi ve Kıbrıslı Türklerin adanın kuzeyinde toplanması Kıbrıs Sorununun çözümünü son derece zorlaştırdı. Çünkü etnik ve coğrafi olarak kesin ayrılık fikrine dayalı anlayış, ülkenin federal bir devlet çatısı altında siyasi birliğe kavuşmasını imkansız kılıyor.
Başka zamanlarda olduğu gibi, bugün içinden geçtiğimiz müzakere süreci de 20 Temmuz’u yapanların stratejik düşüncesinin gölgesi altında seyredip, coğrafi ve etnik açılardan kesin ayrılık anlayışı baskın olursa, bu müzakereler de başarısız olmaya mahkumdur.
Ülkenin birliğine yönelik ihtiyacımız olan federal devlet; militarist eğilimler, stratejik düşünceler ve milliyetçi saplantılardan arındırılıp, etnik toplumlarla yurttaşların eşitlik temelinde birliği ve birlikteliği fikrine dayandırılmalıdır. Ancak o zaman 20 Temmuz’un dayattığı “kuvvet nizamından” demokratik bir sözleşmeye geçilebilir.