Bu toprakların nesi vardır ki adamızı bizi incitecek kadar çok seviyoruz? Gökyüzünün rengi midir bize burayı sevdiren, denizimizin rengini yansıtan o parlak mavi? Geceleri seyrettiğimiz yıldızlar mıdır, üstümüzde parlayan ay mıdır, güneş midir bizi yakıp kavuran ve aynı anda herşeye hayat veren? Bize bu adayı bu kadar çok sevdiren güneşi midir? O güneş ki uzun süre depresyonda kalmamızı önleyen, üzüntülerimizi, sıkıntılarımızı, atlatmakta olduğumuz fırtınaları unutturup hayatımıza devam etmemizi sağlayan?
Kıyılarımıza vuran dalgalar mıdır burayı sevdiren bize? Dalgalar bizlere yüzyıllar ötesinden bu adanın hikayelerini fısıldarlar, korsanların bu sahillere nasıl saldırdıklarını, buralara gelip nasıl da sonuçta ayrılamadıklarını ve bizlerden birileri olup çıktıklarını anlatırlar... Binlerce yıllık öykülerdir bunlar, azıcık dikkatle bakıldığında bir tarihi eserde, bir çeşmede, bir yontuda, bir mimari tarzda, bir buri taşının yontularında, eski bir parada, bir bölge isminde, bir mağarada, bir kalede, bir kapıda kendi öykülerini fısıldarlar... Bu adaya saldıran, ondan bir parça koparmaya çalışan herkesten geride kalanlar hep buradadır – tarihsel kalıntılar şeklinde, coğrafyamızdaki isimler şeklinde, kullandığımız sözcükler şeklinde... Kimi zaman bunlar bu coğrafyada iyice gizlenmiştir ancak dikkatle bakıldığında, renklerini göstermeye, bizlere eski çağlardan gelen öykülerini fısıldamaya hazırdırlar... 15 bin yıllık bir tarihsel mirastır bu – adamızı bize bu kadar çok sevdiren bunlar mıdır?
Adamızın o güzelim zeytinyağı mıdır, asırlık zeytinlerden toplanıp damıtılan bize burayı bu kadar çok sevdiren? Binlerce yıllık zeytin ağaçları ovalarda dururlar, bize zeytinlerini ve zeytin yapraklarını sunarlar – bu zeytin yapraklarını “kötü gözler”den korunmak için toplayıp yakarız – bunlar mıdır bize bu adayı sevdiren?
Türk-Osmanlı-Yunan-Arap-Orta Doğu- İngiliz- İtalyan-Fransız mutfaklarının bir karışımı olan, Bizans’la Osmanlı’nın, Arap’la İngiliz-Fransız’ın içiçe geçtiği Kıbrıs yemekleri midir bize bu adayı sevdiren, onu bizim için vazgeçilmez kılan? Yüzyıllar boyunca bu adaya insanlar gelip gitti ve geride öylesi bir damak tadı bıraktılar ki yeryüzünün başka herhangi bir köşesinde bu tadı bulamıyoruz... Hayatı kutlamak için ailemiz ve dostlarımız için onca sevgiyle pişirdiğimiz yemeklerimiz midir bu adayı bize bu kadar çok sevdiren? Fırın kebabının, şiş kebabının, kuzu etinin pişerken çıkardığı koku mudur? Bütün güneşi içine çekip kıpkırmızı bir renge dönüşen ve bize bunu suyu ve etiyle, tadıyla sunan tombalak domateslerimiz midir? Nedir bu adayı bize bu kadar çok sevdiren? O kadar büyük bir sevgi ki zaman zaman insanın içini acıtan? Kendine özgü kokusuyla portokallarımız ve mandarinlerimiz midir, topraktan ve güneşten aldıkları enerjiyi bize sunan? Yeryüzünün başka hiçbir köşesini sevmediğimiz kadar bu adacığı bu kadar çok sevmemizi sağlayan nedir?
Yürüdüğüm bu kıyı şeridi midir, denizimizin turkuvaz rengi midir, köpüklü dalgalar, tuz kokusu, burada üstüne tırmandığım Aya İrini-Akdeniz sahillerindeki kayalıklar mıdır? Arkamda orman, önümde deniz, kayalıklarda antik mezarlar – tüm bunlar beni kucaklayıp binlerce yıldır burada olduklarını ve hep burada olacaklarını anlatıyor, rüzgar saçlarımı karıştırıyor – sahil yolunda haki rengine dönüşen çalıların üstünde küçücük menekşe çiçekler açıyor – Kıbrıs’ın her yanında bu iki rengi görüyorum, giderek bizim coğrafyamızın rengi olduğunu kavrıyorum bunların – yeşil ve mor – nereye gitsem bu minik mor çiçekler karşılıyor beni... Onca yüzyıldır önce yemyeşil sonra sapsarı olan, ölen ve kendi tohumlarından tekrar doğan bu uçsuz bucaksız gibi görünen bomboş tarlalar mıdır bu adayı sevdiren? Aya Marina’nın üstündeki Koçino Gremmo ve Aspro Gremmo tepeleri nefesimi kesiyor – burada öylesi bir manzara var ki! Tüm bu tepeler ve tepelerden aşağıya uzanan vadiler ilkbahar zamanı menekşe, pembe ve sarı lalelerle bezenir, gafgarıtlar büyür bu güzelim toprakta ve ayrelliler, çalılıkların arasına, ağaç köklerine saklanır... Omorfo Körfezi’ne bakan muhteşem manzarası kalp atışlarımı hızlandırır – bunlar mıdır Kıbrıs’ı bu kadar sevdiren?
Bu adanın sonsuz güzelliğini keşfettiğimiz her ayrıntıda kalp atışlarımızı hızlandıran, bizi yürekten gülümseten, ince bir yasemin kokusu gibi çevremizi saran, her yeni keşifte bizi bu topraklara daha da sıkı bağlayan nedir?
Aya İrini’ye – Akdeniz’e – “kayıplar”ın izni sürmeye gidiyorum ve burası beni büyülüyor... Hiç el değmemiş, koruma altında bir sahil keşfediyorum, buraya Haziran’la Eylül arasında deniz kaplumbağaları yumurtlamaya geliyor... Kıyı şeridi sekiz kilometre boyunca bomboş uzanıyor, Kıbrıs’ın henüz el değmemiş, güzelliği yokedilememiş bir köşesi burası – henüz turizme ve yapılaşmaya açılmamış, tümüyle “koruma” altında bir bölge...
Kormacit Burnu’ndan başlayıp Omorfo Körfezi’ne uzanan bu olağanüstü sahilde, yaz aylarında kum zambakları açarmış ve sahil beyaza boyanırmış... Bembeyaz kum zambakları bu altın kumsala incecik kokusunu bırakırmış... Kış aylarında deniz bu sahildeki kumları alıp saklarmış ama yaz yaklaştığında bu kumları geri verirmiş deniz – zaten kumları geri vermese deniz, kaplumbağalar binlerce yıldır bu sahile gelmeyi sürdürmezlerdi...
Sahilde tek bir lokanta var, ahşap ve camla daire şeklinde inşa edilmiş, sütunlara teker teker deniz kabukları, bu sahilden toplanmış minicik çakıl taşları yapıştırılmış – lokantanın adı “Caretta” – tam da bu sahile uygun... Bu kıyılarda yakalanmış balıkları sunuyor – bölgeden birkaç balıkçı, bu sahilleri çok seven Milekop balıklarını yakalıyor ve sonra da burada kömürde pişiriliyor... Canyoldaşımı bu sahile götürüp ona bu olağanüstü güzelliği gösteriyorum, Almanya’dan Kıbrıs’a tatilini geçirmeye gelen bir Kıbrıslırum arkadaşımı da götürüyorum, “kayıp” yakını sevgili arkadaşım Hristina’yla birlikte Kıbrıslı Ermeni arkadaşım Nuritza’yı ve ressam arkadaşım Ferah Kaya’yı da getiriyorum bu sahile... Onlara Kıbrıs’ı bu kadar çok sevmemize neden olan bu olağanüstü güzelliği gösteriyorum – Kıbrıs’tan ayrılmamıza izin vermeyen bu güzelliği, ayrılsak bile rüyalarımıza giren bu güzelliği, yurtdışına gittiğimizde çok özlediğimiz ve mutlaka geri dönmemizi sağlayan bu güzelliği gösteriyorum... Tanıdığım, tanımadığım herkese zamanın ötesine geçen bu güzellikleri göstermek istiyorum, bunu paylaşmak istiyorum, herkesin bu güzelliğe bakıp benim gibi mutlu olmasını istiyorum...
Oturup denize bakıyoruz, meltem saçlarımızın arasında dolaşıyor, cildimizde... Karpaz gibi bu bölge de koruma altında. Karpaz şimdilerde saldırı altında: Yollar ve oteller yapılıyor ve Karpaz’ın güzelliği parça parça yok ediliyor, çevreci gruplar bu doğal güzelliği ve tarihi mirasımızı Karpaz’da korumaya çalışıyor, bunun için mücadele ediyor... On yıl kadar sonra, Karpaz’ı bitirdikten sonra efendilerin gözleri bu bölgeye dönecek ve Aya İrini-Akdeniz onların iştahını kabartacak... İşte o zaman Akdeniz’deki herhangi bir sahile dönüştürmeye çalışacaklar bu bölgeyi, herhangi bir yerde görebileceğiniz oteller ve berifterolarla, barakacıklar ve bungalovlarla, fast food’la bütün bu güzellik yitip gidecek, herşey sıradanlaşacak...
Aya İrini-Akdeniz son derece kendine özgü bir köy – burada hiçbir “yabancı” yaşamıyor, bu köyde yaşayanlar, bu köyün köylüleri... 1974 yılına kadar karma bir köydü Aya İrini – Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar bu köyde birlikte yaşardı. 1974’te köyde kan dökülmüştü: Erdoğan Mustafa ve Fikret Mehmet Kalyoncu bazı Kıbrıslırumlar tarafından öldürülerek bu güzel kumsalda bilinmeyen bir noktaya gömülmüştü – Erdoğan Mustafa ve Fikret Mehmet Kalyoncu hala “kayıp”... Canyoldaşım Zeki Erkut, Fikret Mehmet Kalyoncu’yu BOZKURT gazetesinden hatırlıyor, onunla arkadaştılar – ben bunu bilmiyordum, onlarla ilgili yazı yazdığım bir gün eşim gazeteyi eline alıp baktığında donup kalmıştı: Yaz tatillerinde BOZKURT gazetesinde çalışırdı canyoldaşım genç bir çocukken ve Fikret Mehmet Kalyoncu da gazetenin Aya İrini-Akdeniz muhabiriydi... Onun resmini görünce çok duygulanmıştı...
Bu güzelim sahilde bir noktaya gömülmüş oldukları anlatılıyor – bir süreden beridir Kayıplar Komitesi bu sahilde kazılar yürütüyor... Ancak henüz Erdoğan Mustafa ile Fikret Mehmet Kalyoncu’dan herhangi bir ize rastlanmamış... Bu güzelim köyde başka bazı Kıbrıslıtürkler de öldürülmüş 1974’te... 1974’te bazı Kıbrıslırumlar da bu köyde öldürülüp “kayıp” edilmiş. Aya İrinili Vasilu Biberari, Haralambos Kelebeşi, Hristodulos ve Maria Tilliros, bu köyden bazı Kıbrıslıtürkler tarafından öldürülmüşler ve hala “kayıp”tırlar... Bu bölgeden bazı okurlarımın yardımıyla bazı olası gömü yerleri göstermiştik, bunlardan bazılarında kazılar yapılmıştı ancak henüz hiçbirinin izi bulunamadı... Belki de ilk gömü yerlerinden alınarak başka yerlere gömülmüşler... Henüz kazı yapılmamış başka bazı olası gömü yerleri de var, bakalım buralarda onlardan herhangi bir ize rastlanacak mı...
Kormacit’ten alınarak bu köye getirilip Aya İrinili bazı Kıbrıslıtürkler tarafından öldürülerek “kayıp” edilen başka Kıbrıslırumlar da var: Andreas Şekeris, Hristakis Panteli ve Panteli Hacıhristoforu bu köyde “kayıp” edilmişler – Diğer dört “kayıp” Kıbrıslırum gibi, bu üç “kayıp” Kıbrıslırum da sivil insanlardı, asker değillerdi ve herhangi bir olaya karışmamışlardı... Soğukkanlılıkla öldürüldüler... Yine okurlarımın yardımlarıyla Kayıplar Komitesi’ne bu “kayıplar”ın da olası gömü yerlerini gösterdik – bu üç kişinin gömü yerleri iki kez değiştirilmiş – gömüldükleri yerden çıkarılıp başka yere gömülmüşler ve oradan da çıkarılıp başka bir noktaya götürülmüş kalıntıları. Kayıplar Komitesi’ne bu üçüncü ve son olası gömü yerini de gösteriyoruz – burada henüz kazı yapılmadı- kazıyı bekleyip onlardan geride kalanların bulunup bulunamayacağını göreceğiz...
Belki de bu adanın çıkmazı, bize adayı o kadar çok sevdiren o eşsiz güzelliğine rağmen, bu tabloda böylesi trajedilerin olması ve bu trajedilerin de içimizi kanatmasıdır... Böylesi doğal bir güzelliğe sahip olan Aya İrini gibi bir yeri, yeryüzünde bulmak kolay değildir ama insanlar burayı kana bulamayı başardılar... Güzel yurdumuzu böylesi korkunç trajedilere karşı koruyamamış olmamız ne büyük utanç! Belki de Kıbrıs’ı sevmek, bu yüzden yüreklerimizi acıtıyor...
Belki bir gün bu özgün adayı her tür kötülükten, açgözlülerden ve komplolardan korumak için bu adada yaşayan Kıbrıslılar olarak kendimizden başka kimseciklere ihtiyacımız olmadığını anlayacağız... Belki bir gün tek ihtiyacımız olan şeyin, yüzlerce, binlerce yıl geriye doğru uzanan tarihsel mirasımızı korumak ve bunu tüm dünyaya göstermek olduğunu kavrayacağız – Akdeniz’in ortasındaki bu merkez onlarca uygarlığa ev sahipliği yaptı ve bir arkadaşımın da belirttiği gibi çocuklarımızın da, torunlarımızın da doğal güzelliklerimizle birleşen bu kültürel mirastan başka bir şeye ihtiyacı yoktur bu adada tutunmaları için... Yalnızca binlerce yıllık tarihsel mirasımızı koruyup, doğal güzelliklerimizi koruyup bunları dünyaya göstermek, gelecek kuşakların bu adada başka bir şeye ihtiyacı olmaksızın yaşamasını sağlayacaktır...
Belki bir gün birbirimizin kanını akıtmamızın bize yalnızca acı getirdiğini, adamızı lekelediğini anlayacağız ve o zaman her iki toplumu da parmaklarının ucunda oynatanların manipülasyonlarından ve komplolarından korumayı başarabileceğiz... Belki bir gün büyük torunlarımız bu sonsuz güzelliği içleri acımadan sevebilecekler, tabii eğer bu güzellikten geride birşeyler kalabilirse gelecek yıllara...