TALES OF CYPRUS yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” başlıklı sayfayı yaratan, Avustralya’dan çok değerli araştırmacı-yazar, akademisyen, grafik sanatçısı arkadaşımız Konstantinos Emmanuelle’in, “Kıbrıs kahvehaneleri” başlıklı yazısını okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik. Yazı özetle şöyle:
*** Bir zamanlar Kıbrıs köylerinde kahvehaneler hayatın merkeziydi. Genellikle tek bir odadan oluşurdu bu kahvehaneler, oda da sandalyeler ve Kıbrıs’a özgü hasır sandalyelerle dolu olurdu, hem içeride, hem de kahvenin verandasında ya da kaldırımında... Kahvehanenin dışında bir ağaç ya da talvarda bir asma da olurdu ki bu müşterilere sıcak aylarda gölge ve serinlik sağlardı...
*** İçeride bir dolapta kadehler, fincanlar ve sigara paketleri sıralanmış olurdu. Bir köşede bir şömine olabilir ve bu sürekli yanar dururdu... Bazı kahvecilerde duvarda bir karatahtaya isimler ve borçları da yazılabilirdi. 1930 yılında Britanya hükümetinin “Kıbrıs’taki kırsal yaşam araştırması” yayımlanmıştı, bu araştırmaya göre köylüler,n çoğu kahvede günde 40 para harcıyordu (veya bir kuruş). Adadaki nüfusa kıyasla en fazla kahvehane Girne ilçesinde bulunmaktaydı.
*** Kahvehaneler, geleneksel olarak köydeki erkeklerin sığınak yeriydi. Günün pek çok saatini kahvede oturarak, birşeyler içerek, övünerek ve sohbet ederek geçirmekteydiler. Günlük haberleri burada tartışıyor, o gün yapılması gereken alışverişler ve diğer konuları da kahvede hallediyorlardı. Kahvehaneler, onlara gündelik dertlerinden ve fakirliğin dağıttığı hayatlarından bir süreliğine uzaklaşma olanağı sağlıyordu.
*** Kırsal bölgelerdeki kahvehaneler, köy meydanında olurdu genellikle. Diğer işyerleri de – bakkal, berber, kasap, terzi ve kunduracı gibi – yine bu meydanda bulunurdu. Çok eskilerde Kıbrıs’ın bazı köyleri ondan fazla kahvehaneye sahip olmakla övünürlerdi. O kadar popüler ve kalabalıktılar ki bazan adamlar bir sandaliye boşalsın diye kuyruğa girerlerdi...
*** Kahvehane köyden geçen bir ziyaretçinin köy sakinleriyle buluşabileceği uygun bir yerdi aynı zamanda. Kahvehanede köyün önde gelenleriyle yani papaz, öğretmen, polis, desteban, muhtar ve azalarını görebilirdi insanlar. Vergi memurları da işlerini köydeki kahvehanede yaparlardı. Kahvehanelerde önemli toplantılar da yapılırdı. İnsanlar, önemli konularda karar verip oy kullanmak üzere kahvenahede toplanırdı. Tefeciler, duvarcılar, makinistler, tüccarlar, çiftçiler ve çobanlar da işlerini burada yapar, fiyatları tartışır, belgeleri imzalar ya da anlaşmazlıkları burada çözümlerlerdi. Eşeciklerin çektiği bir arabayla kahveye gelen sebze ve meyva satıcıları da satışlarını yerli halka burada yapardı – aynı şekilde şarap, tahıl ve akaryakıt satıcıları da işlerini halletmek için kahvehaneye giderdi.
*** Bir zamanlar kadınlarla çocukların kahvelere gitmeleri yasaktı. Bazı köyler, kadınlarla çocukların kahvelerin önünden geçmesine bile izin vermezdi. Yalnızca kahvecinin kızları ve eşi bazan kahveye gelip yemek pişirmeye yardım ederlerdi müşteriler için... Kıbrıslı bir erkeğin günde iki üç defa kahveye gitmesi olağandışı bir şey değildi... Önce sabah çok erken, tarlalarına ya da işlerine gitmeden kahveye uğrarlar, sonra akşamüstü geri döndüklerinde gene kahveye giderlerdi.
*** Nargile içerek, pilot, ıspastra, poker, tanassis gibi kağıt oyunları oynayarak ya da tavla veya dama oynayarak zaman geçirirlerdi. Kahveler zaman zaman çok gürültülü olurdu. Kendini oyuna kaptıran müşteriler masalara vururlar ya da zar atarlar, el çırparlar, gürültü yaparlardı. Kahveci de bazan onlara konyak ya da zivaniya getirirdi... Haftasonları ise yemeyi içmeyi seven müşteriler kahveciden kendilerine şiş kebap, tavuk ya da palaz pişirmesini isterlerdi... Böylelikle köy kahvesi, bir bara ya da tavernaya dönüşmüş olurdu.
*** Erkekler saatler boyunca yeyip içerek otururlar ve siyasi görüşlerini, analizlerini paylaşırlar, komik hikayeler ya da dedikoduları anlatırlardı. Tüm Kıbrıs’ta kahvehanelere mutlaka günlük gazeteler götürülürdü. 20nci yüzyılın başlarında kırsal Kıbrıs’ta ahalinin çoğu henüz okuma yazma bilmezken, genellikle köyün öğretmeni ya da okuma bilen birisi tarafından gazete yüksek sesle okunur, kahvedekiler de dinlerdi. Pek çok kahve lüks lambaları da koymuştu ki bunlar idare lambalarından ya da mumlardan daha iyi aydınlatırdı ortalığı...
*** Kahvelerde insanların birbirlerinin kahvelerini ya da içkilerini sırayla ödemeleri adettendi. Örneğin kahveye adım attığınızda birisi kahve ısmarlardı size, siz de sizden sonra gelene ısmarlardınız. Tanınmadık yabancılar kahveye geldiğinde, kahveci onlara beleşe kahve ve belki yanında da Türk lokumu ikram ederdi.
*** Kahvehaneler aynı zamanda kavga-dövüşlerin de olduğu yerlerdi, bazan bunların ölümcül sonuçları da olurdu. Kahvelerde para, mal-mülk ya da kadınlar için kavga edenlerin pek çok hikayesi vardır. Kıbrıs’ta bazı kahvelerde Karagöz oyunları da oynatılırdı, bunu ya yerli ya da yabancılar yapardı...
*** Ben Kıbrıs’ta kahvehanelere ilk kez genç bir çocukken gittiydim. Hemencecik de her bir kahvehanenin, belli bir siyasi partiyle bağlantılı olduğunu keşfetmiştim... Ayrıca bana bir insanın hangi kahveye gidip hangi gazeteyi okuduğuna bakarak hangi siyasi partiden olduğunu anlayabileceğim söylenmişti. Bazı kardeşler gördüm ki aynı köyde farklı kahvehelerin müdavimleriydi çünkü kardeşlerden biri solcu, biri sağcıydı...
*** 20nci yüzyıl başlarında Kıbrıs’a telsiz iletişim teknolojisi ulaştığında, kahveciler ilk radyoları satın alanlar olmuştu. Kahvede erkekler Atina’dan, İngiltere’den (BBC), Berlin ve Kahire’den haber yayınlarını dinlemek üzere kahvedeki radyonun başında toplanırlardı. Bazı kahvehanelerde gramofonlar ve billardo masaları da vardı. Bazı Pazar günleri ya da tatillerde, bir tatlıcının kahveye uğrayıp tatlılarını sattığı da olurdu...
*** Bu sayfadaki fotoğrafları 2016 yılında Leymosun’un Arçoz köyünde Perikli’nin Kahvesi’nde bizzat kendim çekmiş bulunuyorum...
(TALES OF CYPRUS’tan Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN):
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...
“Appelfeld’in “Hüznün Kıysına” romanının düşündürdükleri...”
Raşel Rakella Asal
...2018 yılında, eserleri otuz dile çevrilmiş, 85 yaşında vefat eden İsrail edebiyatının önde gelen, üretken ve yetenekli yazarı Aharon Appelfeld anımsamalarını edebi eserlere taşıyarak edebi kimliğini oluşturmuş bir yazar. Philip Roth tarafından edebiyatın önde gelen Holokost tarihçisi diye nitelendirilen Aharon Appelfeld, günümüzde Ukrayna topraklarında kalan Romanya Krallığı’nın Bukovina bölgesinde 1932’de doğdu. 1941’de memleketi bir yıl Sovyet işgali altında kaldı. Romanya Ordusu bu işgalden memleketi geri aldı ancak annesi bu sırada öldürüldü. Dokuz yaşındaki Aharon Appelfeld, babasıyla birlikte Romanya kontrolündeki Transdinyester’deki bir çalışma kampına zorunlu olarak sürüldü. Buradan kaçtı, üç yıl boyunca ormanlarda dolaştı. 1944 yılında Kızıl Ordu tarafından bulundu. Ukrayna’da cephe mutfağında çalıştı.
Appelfeld, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1946’da Filistin’e göç etmeden önce İtalya’daki bir mülteci kampında birkaç ay geçirdi. Savaştan sonra İsrail’e göç ettiğinde on dört yaşındaydı. Ancak ayrı düşmelerinden yirmi yıl sonra babasının ismini İsrail Yahudi Ajansı listesinde bulunca 1960’ta tekrar baba oğul birbirlerine kavuştular. Birleşme o kadar duygusaldı ki, Appelfeld bundan hiç söz etmedi.
Appelfeld, kırk yılı aşkın yazarlığında Yahudilerin Holokost’ta yaşadıklarına dair çok sayıda romanlar kaleme aldı. Resmi eğitim eksikliğini İsrail’de telafi etti ve yazmaya başladığı dil olan İbranice’yi öğrendi. Sade, tavizsiz ama güçlü düzyazısıyla savaş öncesi Yahudi toplumunu, ölümden kaçamayanları, antisemitleri, baskı uygulayanları yazdığı gibi Yahudilere yardım eden iyi kalpli Hristiyanları da anlattı. Appelfeld’in yazdıkları İsrail’de yerleşmiş Yahudiler arasında bir bilinmezin parçaları olarak kalıyordu. Bazıları geçmişin karanlığından kurtulmanın mümkün olmadığını söylüyorlardı. Bazıları da bilinçli olarak hatıralarda yaşayarak yeni bir hayata başlayamıyorlardı. Hatta yeni bir başlangıcın mümkün olmadığını dile getiriyor, ormanda veya kamplarda yaşadıklarını bir kahramanlık olarak hatırlıyorlardı. Aharon Appelfeld, hem 1960’lı yıllardaki öykülerinde hem de Badenheim 1939 ve Mucizeler Çağı romanlarında yüzünü İsrail gerçeğinden diasporadaki Yahudi deneyimine çevirdi, özellikle Holokost felaketzedelerine odaklandı. Ancak kamplarda yaşadıklarını anlatmayı neden reddettiğini açıklarken: “O beyaz ısıya dokunamıyorum. İşte bu yüzden kamp hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Ama, kaçışımdan ve 1942 sonbaharında yaptıklarımdan bahsedeceğim. On yaşındaydım.”
Zor Bir Hayatın Hikâyesi’nin açılış cümlelerinde hatıranın fokurdayan, zonklayan bir rezervuar olduğundan söz ederek romanına başlar. Çocukken büyükannesindeki geçirdiği yaz tatilini anımsar. Saatler boyu pencerenin önünde ona yaptığı yolculuğunu tekrar gözden geçirir. Her eski tatilin, her eski anısı bir kaleydoskop gibi hafızasında kaydedilmiştir. Böyle anlarda hayal ve hafıza gücünün birbirleriyle rekabet ettiğini ve o çocukluk yıllarında hayal etme ve rüya görme özgürlüklerinin ellerinden alınmış olmasını şu sözlerle ifade eder: “Anılar daha katı ve elle tutulurdu. Hayal gücü ise kanatlıydı. Anılar bilinenleri kavramıştı. Hayal gücü bilinmeyene doğru yükselirdi. Anılar rahat ve dinginlik verirdi. Hayal gücü ise beni oradan oraya çekip atar, sonunda da ümitsizliğe bırakırdı.”
Appelfeld günümüz Ukraynası’nda doğuyor. Ebeveynleri kendilerini tamamen Avrupalı olarak duyumsuyorlar ve yaşadıkları Ukrayna topluma göre uyum içinde bir yaşam sürdürüyorlar. Kendi tarlalarında çiftçilikle uğraşan büyükanne ve dede Yahudi dini değerlerine bağlı kişiler olarak Appelfeld’in belleğinde silinmeyen izler bırakıyorlar. Hiç kuşkusuz Appelfeld eserleriyle büyükanne ve dededen ona geçmiş olan mirası gelecek kuşaklara devretme görevini de yerine getirmiş oluyor.
... Hüznün Kıyısına adlı romanında İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesine yakın bir zaman diliminde geçen olaylar on yedi yaşındaki Edmund tarafından anlatılır. Edmund, Aharon Appelfeld’in kendisidir. Ukrayna ormanlarında saklanan bir grup direniş savaşçısına dahil olur. Bir taraftan dondurucu soğukla, açlıkla ve peşlerine düşen Alman askerleriyle mücadele ederlerken trenlerle ölüm kamplarına götürülen insanları kurtarma çabalarını sürdürürler. Acımasız bir ortamda hedeflerine ulaşmaya çalışan disiplinli bir güce oluşma çabası içindedirler. Kurtardıkları insanlara yiyecek ve erzak sağlamak için cıvar köylülerin evlerine baskın yapmak, pusuya düşürdükleri ve öldürdükleri askerlerden aldıkları silahlarla eğitim yapmak durumundadırlar. Akşamları Yahudilerin terk edilmiş evlerinden buldukları dini ve felsefe kitaplarını okurlar.
Kurtardıkları insanlar kilitli sığır vagonlarında yiyeceksiz, susuz ve havasız beş gün geçirmişlerdir. Bu partizan gruba tükenmiş bir durumda gelmişlerdir. Bu grubun misyonu bu büyük katliamdan geriye kalan bir avuç insanı iyileştirmeye yardım etmektir. Kurtarılanlar yıkanır, dezenfektanla temizlenir ve giysileri değiştirilir. Kurtarılanlardan iki kişi tifüse yakalanmıştır ve karantinaya alınmaları gerekir. Bazıları yetersiz beslenmeden mustariptir. Bu insanların iyileştirilmelerinin aylar süreceği öngörülür. Ölümü çağrıştıran bu insanların, bir deri bir kemik kalmış bedenlerini, irin sızan yaralarını yıkayıp durularken, bir yandan da şarkılar söylerler, bir yandan kirli çamaşırlar yıkanır, bir yandan ateşte kaynar su kazanlarının etrafında insanlar sıralarını bekler. Aralarında müthiş bir dayanışma ruhu gelişmiştir. Bu dünyada yalnız olmadıklarını duyumsarlar. Etrafları özverili insanlarla çevrilidir. Bu ortamda kendilerini yüceltilmiş hissederler. Ölümün değil yaşamın peşindedirler, mükemmel bir birlik sergilerler. Güçlerini inançlarından, Yahudi geleneklerinden ve grup içindeki dayanışmadan alan Partizanlar, Sovyet Ordusu’nun ilerleyişini öğrenince geri çekilen Almanların yerleşkelerine saldırı düzenleyeceğini düşünerek kampı terk etmeye başlarlar. Bir taraftan ölülerini gömmek, diğer tarafta yaralılarıyla ilgilenmek zorundadırlar. Savaş bitmiş olsa da, Almanlar geri çekiliyor olsa da, hala dış dünya tüm acımasızlığı ile onları beklemektedir.
Aharon Appelfeld çocukluğunda travmatik bir geçmiş yaşamıştır. Yaşadığı sorunlu geçmiş ile yazdığı eserler arasında zamansal bir mesafe vardır. Yaşadıklarını açıkça dile getirmesi ancak eserleri ile mümkündür. Acısı öyle büyüktür ki, algı, kapılarını bu büyük basınca karşı kapatmıştır. Bu acı, bilinç tarafından paranteze alınarak kapalı tutulmuştur. Bu şekilde zihnin bir köşesinde tutulan olay unutulmamış, dondurulmuştur. Travmanın bilinçli hatırlamaya dönüşmesi ve anlatılabilir hale gelmesi için uzun süre beklemesi gerekmiştir....
(AVLAREMOZ - Raşel Rakella Asal – 8.1.2024)