Kıbrıs’ın Tragedyası: Hüzün Ana ve Çocukları

Artık yaseminlerin tüttüğü sokakların yerini lüks apartmanlar almış, sahillerdeki el değmemiş kayalıklar otel sahibi para babalarına peşkeş çekilmiş, caretta caretta kaplumbağalarının yumurtladığı alanlara dozerlerle girilmiş,

 

Emel Kaya
emel_kaya@hotmail.com

“Ne anlatır şimdi uğultu çağlı bir yüreğe
ilk ilkel yüzün ilk yürek senfonisi?”

diye sormuştu şair Fikret Demirağ, Acılı Bir Yurt İçin dörtlemesinin Limnidi Ateşinden Bugüne kitabında. Bana soruyordu bu soruyu on yıllar öncesinden. Ben uğultu çağında doğmuş; savaş tamtamları, “haz’rol!” nidaları, vatan millet nutukları arasından bir kısrak başı gibi uzanan rantlar, ganimetler, para babaları, ‘forbidden zone’ tabelaları, ateşkes-barış-seferberlik sözcüklerine yazgılı çürümüş variller, dikenli teller, sahillere dikilen on beş katlı apartmanlar arasında serpilmiş; Kıbrıslılığı her haftasonu apartmanda mangal yapmakla tanımlayan bir alt kat komşusuna sahip; Mağusa’da arabasını Venedik Sarayına park eden bir kuşağım. Çocukluğum harap bir kilise bahçesindeki yaşlı çam ağaçlarının altında pirilli oynayarak, bir gün köyümün yanı başındaki Salamis harabelerinin devrilmiş sütunları arasında, bir gün Mağusa surlarının üzerinde hoplayıp zıplayarak, dikenli çalılardan gonnara, dağlardan sandalçocuğu, çitlembik ve mersin toplayarak, akşamüstleri ipliklere yaseminler dizerek geçmemiş olsa, uğultudan başka bir şey kalmazdı belki geriye.  

2010 yılıydı. 14 yıl süren ve üniversite öğrenimimi de kapsayan Türkiye macerasından sonra Ada’ya döneli 2 yıl olmuştu. Bir vesileyle bütün bir yaz karış karış Kıbrıs’ın kuzeyini dolaştım. Gitmediğim köy, girmediğim sokak kalmadı. Bir şey arıyordum onca gürültü arasında. Bir ney? 20 yıl önce Ada’nın tarifini yaparken “üç tarafı suyla bir tarafı tel örgüyle çevrili kara parçası” demiştim. Ben doğmadan önce kapanan kapılar açıldıktan uzunca bir süre sonra adanın öbür ucuna, ta en güneye, en batıya gidip oradaki suya uzun uzun baktım. Birkaç yıl dolandım böyle. Sonra sonra fark ettim. Binlerce yıldır değişmeyen ışıklar, kokular, renklerdi aradığım. Bana anlatılan resmî tarihin dışında kalan her ne varsa onlardı. O ilk ilkel yüzün, Adanın 8000 yıllık trajik tarihi içinde fısıltılarla gezinen ilk yürek senfonisini işitebilecek bir kulaktı, bir karşı tarihti.  

Yaşar Ersoy’un Fikret Demirağ’ın şiirlerinden oyunlaştırdığı, Lefkoşa Belediye Tiyatrosu oyuncuları tarafından çok etkileyici ve başarılı bir performansla sahnelenen Hüzün Ana ve Çocukları’nı izlerken geçti bunlar zihnimden. Bu oyun, anlatılagelen resmî Kıbrıs tarihinin önüne bir karşı tarih, bir Barış Manifestosu olarak dikiliyor. Adaya ilk insanın yerleştiği 8000 yıl öncesinden, Limnidi kayalığından başlayarak bugüne kadar uzanan tarihî süreç içerisinde Kıbrıs’ta yaşayan ve yaşananlar, lirik ve destansı bir üslupla sahnelenmekte. Bu diyakronik yapı, Kıbrıs’ın her döneminde yaşananlarla ayrı ayrı yüzleşmeleri ve sorgulamaları birer duygu-düşünce katmanı olarak seyircinin zihnine yığdıkça Ada’da olup bitenlerle ilgili varoluşsal sorgu alanını olabildiğince genişletip derinleştiriyor. Böylece bugünden geriye doğru bakıldığında bir yitirişler ve yaslar yurduna dönüşen Ada’nın trajedisi daha da belirginleşmiş oluyor.            

Fikret Demirağ, Kıbrıs’ın mitolojisini, tarihî, kültürel, sosyal, siyasal coğrafyasını ve bu coğrafyadaki insanların trajedisini derinden kavramış ve ömrü boyunca bu kavrayış ve bilinçle temellenen şiirler kaleme almıştı. Pek çok kavmin gelip geçtiği, sayısız savaşın yıkımına uğramış bu küçücük Ada’da yaşayanların belki en büyük trajedisi, Tamer Öncül’ün de daha önce belirttiği gibi, Ada’nın kaderini belirleyen birer özne olmaktan çok, dışarıdan gelenler tarafından kaderi belirlenen nesneler olmalarıydı. “Ben kimim? Biz kimiz?” sorularını sordukça bu nesne olma durumuyla yüzleşebilmek ve özne olmanın bedelini ödeyebilmek için verilen mücadeleler, kimlik bölünmeleri, vicdan hesaplaşmaları da Ada’nın trajedisine içkindir.   

“Zulümler coğrafyasında nâzil olmuştur” ifadesiyle başlayan ve Demirağ tarafından bir tragedya olarak tasarlanan Acılı Bir Yurt İçin dörtlemesinden (Limnidi Ateşinden Bugüne, Hüzün Ana, Sırı Dökülmüş Kökayna ve Yalnızlık, Gece Müziği), Dinle Şarkımı, Adıyla Yaralı, Akdenizli Şiirler, Alfa ve Omega ve Eros’un Oku kitaplarındaki şiirlerden anlamsal ve estetik bir bütünlük içinde dramaturgisini yapıp kurgulamış ve oyunlaştırmış Yaşar Ersoy, Hüzün Ana ve Çocukları’nı. Öyle ki, sahnede söylenen replikler birer şiir parçası olmaktan çıkıp sahnedeki yaşantının bizzat kendisine dönüşmüş. Bu, Demirağ’ın ne denli insan ve yaşantı odaklı yazdığının canlı bir kanıtı olarak kabul edilmenin yanı sıra, Ersoy’un edebi dille tiyatral dili nasıl başarıyla eşitleyebildiğinin ve oyunla şiir arasındaki organik ilişkiyi kusursuzca kurabildiğinin göstergesi olarak da kaydedilmelidir.

Oyuna adın veren Hüzün Ana (Anne Toprak), Kıbrıs’tır ve buradaki anne imgesi ortak bir yurt algısına vurgu yapmak üzere kullanılmıştır. Kıbrıs (anne), farklı etnik kökenlerden gelenlerin ortak çatısıdır, onların birlikte doğduğu ve var olabildiği yerdir. Çocuklarının sürekli dışarıdan gelenler tarafından öldürülmesi, her gelenin bin türlü yağma ve talana sebep olması yetmezmiş gibi, bağrında büyüttüğü çocuklarının birbirini katletmesi Ada’nın trajik çatısını oluşturur. Hüzün Ana, oyunda toprak rengi kıyafetleriyle dekorun içinden kopup gelen üç kadınla ete kemiğe bürünür. Oyunda şairin (Yaşar Ersoy ve Erol Refikoğlu tarafından canlandırılmaktadır) çağrısıyla derin uykularından uyanıp gün yüzüne çıkan bu kadınlar, hem anne toprağı, hem de onun üzerinde yaşayan halkları temsil ederler. Anne toprak olarak çoğu zaman bir koro şeklinde aynı anda hareket eder, konuşur ve susarlar; Ada’da yaşayan halklar olarak ayrı ayrı konuşur, çatışır, birbirleriyle savaşırlar. Şairin kendisi ve toplum üzerinden sorduklarına / sorguladıklarına cevap verirlerken olağanüstü bedensel devinimleri, güçlü jest ve mimikleri ile dikkat çekerler. Bu devinimler enerjisini metnin enerjisinden alır. Metin yaşamla ölüm arasındaki diyalektik yapıyı sürekli canlı tutar. Yaşamın rengi topraktır, şenlikli ve huzurlu zamanlarda kadınlar elbiseleriyle dolanırlar; ancak işgalle, ölümle ve yasla her karşılaşıldığında siyah pelerinlerine bürünürler.

Dekor, Kıbrıs’ın en kuzeyinde yer alan Karpaz Burnu’nu simgeleyecek biçimde tasarlanmıştır ve kadınların elbiseleri gibi toprak rengindedir. Bütün maskelerin sıyrıldığı bir mezar kadar hareketsiz ve çıplak olan görüntünün içinde kadınlar hareket ettikçe bizler toprağın canlılığını ve yaşamı takip ederiz. Hareketsizlik, ölüm ve yasla birlikte gelir ve kadınlar o vakit dekorun birer parçasına dönüşür. Daha oyunun en başında toprak ile kadın arasında kurulan organik bağ, oyun ilerledikçe daha da derinleşir. Dekorun gerisine ve en yüksek noktasına yerleştirilen, kil topraktan yapılmış ve M.Ö. 1400-1200 yıllarından kalma, kucağında çocukla Ana Tanrıça heykeli, anne toprağın koruyucusu ve güç kaynağı olarak oyunun içinde hem mitolojik göndermelerin yapıldığı, hem de pek çok ritüelin gerçekleştirildiği yerdir. Arada bir söze girip sorgulamalar yapan şair  dışında (ki o da kendini Hüzün Ana’nın çocuğu olarak nitelendirmektedir) oyun dişil vurgularla ilerler. Tarihte savaşları çıkaran, öldüren, bölen, parçalayan, kategorize eden, yok eden eril akıl karşısında, yalın ve apaçık bir ‘sezgi’ ile varlığını ortaya koyan, yaratan, büyüten, şefkat ve merhamet gösteren, içine alan, kavrayan, birleştirerek bütünleyen, rahim sahibi ‘kadın’ yüceltilir. Kadın ve ona ait dişil alan oyunun odağına yerleştirilerek daha da belirgin kılınan ‘anne toprak’, ‘ortak yurt’ ve ‘barış’ algısıyla, ayrıştıran erilliğin sığlığı çok daha net biçimde işaret edilir. Hüzün Ana (anne toprak) her şeye rağmen, kendisine dayatılanlarla eril hafıza oluşturmamak, oluşturulmasına âlet olmamak için direnir; kadınlar birbirinin acılarına ortak olur, kayıplar, ölenler için birbirlerinin avlusunda ağıtlar yakarlar; gelecekteki çocukları için ‘bir arada’ durmaları, ‘barış’ı yapmaları gerektiği bilinciyle hareket ederler.      

Haritada incecik bir yol gibi uzayıp giden Karpaz’ın dekorda tercih edilmesi Kıbrıs’a ait belirgin bir sembol olmasından öte, Ada’daki varoluş-yokoluş sarkacının hassas dengelerine de gönderme yapar. Sonuçta Ada, binlerce yıldır gelip geçen hiçbir kavme / iktidara yâr olmamıştır ve bugün dahi Ada’nın sahibi olduğunu iddia eden birden çok erk sahibi vardır. Oyun boyunca dikkati çeken vurgu, Ada’yı istila edenlerden, o büyük hükümdarlardan, baş döndürücü iktidarlardan geriye yıkım ve felaketlerden başka hiçbir şeyin kalmadığıdır. Diğer taraftan halkın bu istilacılara karşı takındığı edilgin tavır da sorgulanır. Bu edilginliğin bugün de devamedegelmesi eleştirilir: “İlk haracı kimlere ödediniz / -hasadın ve bilgeliğin haracını- / ey ilk buğdayı buğdaylayanlar? // Şimdi o haraççıbaşılardan ne kaldı geriye? // Yeni zamanların bin türlü haracını / kimlere ödüyoruz şimdi?”     

Konumu dolayısıyla Ada, tarihi boyunca pek çok istila ve işgale uğramıştır. Dolayısıyla bugün de olduğu gibi fazlasıyla dinamik bir tarihsel / siyasal / kültürel sürece sahiptir. Demirağ’ın oyunlaştırılan şiirleri anlamsal ve imgesel düzeylerde bu dinamizmi barındırır. Hatta yer yer şiirlerdeki fotoğrafik tasarımlar dikkat çeker. Oyun, Ada’nın ve dolayısıyla şiirlerin bu dinamizmini yansıtacak biçimde yüksek bir nabza sahiptir. Özgür Oktay, Döndü Özata ve Melihat Melis Beşe’nin canlandırdığı kadınlar, oyunun ilk sahnesinden son sahnesine kadar bedensel enerjilerini şiirin bizzat kendisine dönüştürmeyi başarırlar. Kadınların oyunun çeşitli zamanlarında kullandıkları çakıl taşları, âsâ biçimdeki sopalar, halatlar da dinamizmin örgütleyicisi olarak dikkat çeker. Bu dinamizmin inşasında oldukça başarılı ışık efektlerinin ve özgün müziklerin etkisini de vurgulamak gerekir.

Örneğin, Osmanlının Ada’ya gelişinde kürek görevi yapan sopalar, saraydan yağdırılan emirler sayılıp dökülürken halkın arasında korku salmak için ritmik sesler çıkarmak üzere kullanılır. Aynı sopalar, savaşın temsilinde kılıç vazifesini görür.

Oyunda Ada, dinlerin ve kültürlerin ortak buluşma mekânı olarak da işaretlenir. Anne toprağa Asurlulardan Mısırlılara, Perslere, Romalılara, Büyük İskender’den Nâsıralı İsa’ya Kleopatra’ya, Ceneviz, Venedik ve Osmanlı’dan İngiliz’e kadar pek çok ırktan ve inançtan kavimler ve insanlar ayak basar. Bu buluşma, Ada’da çok katmanlı bir kültür mozayiği oluşturulmasını sağlamışsa da her yeni gelenin bir biçimde kendini dayatmasıyla, kıpkısacık huzur vakitleri de çarçabuk çatışmaya, isyana, boyun eğdirmeye, yağmaya ve talana doğru evrilir: “Kaç kanlı tipinin yaralısısın, ey anne toprak! / Yağmalanan umutların tarihidir tarihin, / acının tarihidir tarihin, / önlenemez, ertelenemez tarihi; / lir ve güneşli şarap, üzüm ve bilge bakır, / köylü buğday ve köle alın teri / tanığıdır gelip geçen binbir zalimin, / talancının, fırsatçının, hainin.”

Oyun, sadece geçmişe yönelik anlatı, sorgu ve hesaplaşmaları içermez. Aynı zamanda, bugüne, uğultu çağına, geleceğe dönük eleştirileri de kapsar. Demirağ, on yıllar öncesinden bugünü görmüş ve ta o zamanlardan bu zamanın ağıdını yakmış gibidir. “Şimdi o talancıbaşılardan ne kaldı? / Yeni talancılara yürünecek yol kaldı.” dizeleriyle bize, bugüne atıf yapılır. Demirağ’ın özellikle Alfa ve Omega ile Eros’un Oku kitaplarındaki şiirlerinden oluşturulan ve oyunun ikinci bölümü diyebileceğimiz, güncele yönelik sorgulamalar, yüzyıllar içinde hiçbir şeyin değişmediği gerçeğiyle yüzleşilmesini sağlar. Hatta eskiden kalan iyi, güzel ne varsa onlar da bilinçsizce yok edilmektedir. Artık yaseminlerin tüttüğü sokakların yerini lüks apartmanlar almış, sahillerdeki el değmemiş kayalıklar otel sahibi para babalarına peşkeş çekilmiş, caretta caretta kaplumbağalarının yumurtladığı alanlara dozerlerle girilmiş, Kıbrıslılık lüks arabalar ve mangal partileriyle yaşatılır olmuştur. Kutsal ‘anne toprak’ın her karışı parsellenip ultra lüks dubleks villara yurt yapılmıştır. Ada, Türk’tü Rum’du kavgaları ve milliyetçilik yaygaraları içinde tel örgülerle, varillerle ortasından ikiye bölünmüş, insanlar evlerinden edilmiş, Hüzün Ana’nın çocukları birbirine düşman olmuştur.

Şairin (Hüzün Ana’nın oğlunun) Hüzün Ana’yla, kendiyle ve toplumuyla en ağır yüzleşmesi bu bölümdedir. Çünkü kendi çağında olan bitenin bizzat tanığıdır ve yurdu (anne toprağı, Hüzün Anası) hunharca yağmalanırken toplumun o hiç değişmeyen edilgin tavrı, geri dönülemez felaketleri beraberinde getirmiş; Ada’nın trajedisi bitmediği gibi, bugünkü insan bu trajediyi daha da derinleştirmiştir.

Şimdi bize de kendimizle yüzleşecek bir zemin gerekmektedir. Oyunun başında ve sonunda seyirciye doğru tutulan çatlamış aynalar, söz konusu trajediyi bireysel alana çekip kişisel yüzleşme ve sorgulama zeminini hazırlar. Oyunun başında aynada gül cemalini görüp kendini ‘hayranlıkla’ izleyen seyirci, oyun boyunca Ada’nın trajedisine tanıklık ettikten ve bu trajedinin bir parçası olduğunun farkına vardıktan sonra aynı aynaya artık şüphe, kaygı ve utançla bakacaktır.   

Kadınlar, gelecek nesiller için barış adına mücadele edilmesi gerektiği mesajını verdikten sonra geldikleri gibi anne toprağın koynuna dönerler. Kıbrıs’ın tragedyası böyle biter. Ancak trajedimiz bitmemiştir. Bizler aynalarımızı ceplerimize sıkıştırıp evlerimize döneriz. Anne toprağın üzerinde Yunanistan’ın, Türkiye’nin, İngiltere’nin, ABD’nin, Birleşmiş Milletler’in üsleriyle evlerimize döneriz. Anne toprağın sularında gaz arayan Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Rusya, Fransa, ABD, İsrail vs. gemileriyle evlerimize döneriz. Bir vakitler ilk ilkel yüzün ilk yürek senfonisinin dolaştığı geniş ovalardan, şu soru kala kalır artık lağım kokan, tel örgülü sokaklarında Ada’nın:

             “O talancıbaşılardan şimdi ne kaldı, / bu talancıbaşılardan ne kalır yarın?”

*Metindeki alıntıları, Fikret Demirağ’ın şiirlerindendir.

Dergiler Haberleri