Simge Çerkezoğlu
Beren Tuna ilk uzun metrajlı filmi ile bu yıl İsviçre’nin en iyi kadın oyuncusu seçildi. Kıbrıslı bir babanın kızı olarak hayatının önemli bir kısmını Almanya’da geçirdi. Şu an İsviçre’de yaşıyor, Rüstem Kitapevi tarafından düzenlenen kültür sanat günleri çerçevesinde Lefkoşa’da bulunan sanatçı ile ödüllü filmi Köpek’i konuşurken, onu daha yakından tanıma şansına sahip oluyorum. Film Türkiye’de dağıtımcı bulamayan, sadece festivallerde gösterilme şansına sahip olan bir film. Sisteme çomak sokan, söyledikleriyle gelenekselliğe meydan okuyan bir çalışma. Ne bir gişe filmi, ne de sürdürülmek istenilen sistemin uzun metrajlı hali… Ayrıca Türkiye’de tecavüze uğrayan ve öldürülen İtalyan sanatçı Pippa Bacca’ya ithaf edilmesi filmi daha bir anlamlı kılıyor.
ALMANYA’YA GÖÇ EDEN KIBRISLI BİR BABA
Sohbetimize Beren Tuna’yı daha yakından tanıma isteğiyle başladım. Kıbrıslı bir babanın kızı olarak Almanya’da büyüyen sanatçı on üç yıldan bu yana da Zürih’te yaşıyor. Karşımda Kıbrıslıların aslında dünyanın her yanına dağıldığının bir örneği olarak oturuyor.
“Aslında Almanya’da doğdum, babam Kıbrıslı, annem Türkiyeli. Babam üniversite eğitimi için Türkiye’ye gitmiş, daha sonra orada annemle tanışarak, Almanya’ya göç etmişler. Doğumdan hemen sonra annem yeniden Türkiye’ye döndü. Çocukluğum Ankara ve İzmir’de geçti. On bir yaşındayken tekrar Almanya’ya döndük. Liseyi orada bitirdim. Üniversite eğitimi için ise İsviçre’ye geçtim. Zürih Müzik ve Tiyatro Akademisi’nde oyunculuk eğitimi aldım. O zamandan beri İsviçre’de yaşıyorum.”
Tuna’nın Almanya’ya dönüşü 90’lı yıllara, Berlin duvarının yıkılışına denk geliyor. Bölünmüş bir kentte, bölünmenin ortadan kalktığı bir şehirde büyümenin nasıl olduğunu konuşuyoruz.
“Duvar ben Almanya’ya dönmeden iki yıl önce yıkılmıştı. O zamanlar çocuktum ve esas kaygım yeniden Almanya’ya adapte olmaktı. Büyüdükçe bazı şeylerin farkına varmaya başladım. Şunu söylemeliyim ki Almanya birleştiği halde hala doğu ve batıya ilişkin ayrımcılık yaşıyor. Doğu hala batıdan biraz daha farklı işliyor ve ne yazık ki bu konu Almanya’da hiç tartışılmıyor. Oysa bölünmüş bir ülke birleştikten sonra bu konuyu toplum olarak iyice konuşmak, tartışmak ve sindirmek gerekiyor. Ancak bu şekilde bu durum aşılabilir. Üzülerek söylemeliyim; Almanya bunu henüz başarabilmiş değil.”
Almanya’da büyüyen bir Türk olarak, tiyatro eğitimi almaya nasıl yöneldiğini ve profesyonel hayatında karşılaştığı zorlukları da anlatan Beren Tuna, bugün tüm bunları geride bırakmış görünüyor.
“Ben lisede, okul grubunda tiyatroda oynamaya başladım. Güzeldi ve eğlenceliydi. Kendime, ‘oyunculukta yetenekliyim ama meslek olarak seçecek kadar da değilim’ diyordum. Liseyi bitirdikten sonra ilk önce edebiyat ve felsefe okumaya başladım. Bana pek uymadı. Aynı anda bir tiyatroda da çalışmaya başladım. Orada yönetmen asistanlığı yapıyordum. Profesyonel bir tiyatro ortamına girmek beni çok değiştirdi. Tiyatroda çalışan insanlarla tanışmak ufkumu açtı. Bana yol gösterdi. Oyuncu olmak için neler yapmam, hangi okullara başvurmam gerektiğini öğrendim. Onların önerileriyle de tiyatro eğitimi almaya başladım. Eğitim hayatım boyunca yabancı olduğum için hiçbir sıkıntı yaşamadım. Ancak eğitimi tamamlamamın ardından bazı sıkıntılar baş gösterdi. İlk yıllarda oyunlara sadece Türk kökenli roller için çağrılırdım. Bu roller çok basmakalıptı. Bir süre sonra o rollerden sıkıldım. Kaçınmaya başladım. Hatta bu nedenle devlet tiyatrolarında oynamadım. Genelde devlet tiyatrosuna girince hep o rollere kayma oluyordu. Zamanla kendi projelerimi oluşturmaya başladım. Artık kendi ekibimle farklı projelerde çalışıyorum.”
İSVİÇRE’NİN EN İYİ KADIN OYUNCUSU BİR TÜRK, BEREN TUNA…
Sanatçı ilk filminde büyük bir başarıya imza atarak Türk İsveç ortak yapımı olan Köpek filmiyle, bu yıl İsviçre’de en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Bir araya gelmemizin esas nedeni de zaten bu film oldu…
“Köpek benim uzun metraj film olarak ilk çalışmamdı. Daha önce birkaç kısa metraj filmde rol aldım. Onun dışına hep tiyatro ile uğraşıyorum. Tiyatroda çalışıyorum. Almanya ve İsviçre’de çeşitli tiyatrolarda çalıştım. Bağımsız olarak çalışıyorum. ‘Köpek’ filmi hem benim için hem de yönetmenimiz Esen Işık için ilk oldu ve çok beğenildi.”,
Filmin bir diğer özelliği İtalyan sanatçı ve aktivist Pippa Bacca’ya ithaf edilmesi. Dünya barışı için Milano’dan başlayarak Tel-Aviv’de sonlanacak barış yolculuğuna çıkan Bacca, Türkiye’nin Gebze ilçesinde tecavüze uğradı ve boğularak öldürüldü. Türkiye bu hazin olayla dünyada çok konuşuldu. Öyle görünüyor ki bu durum yönetmen Esen Işık’ı da çok rahatsız etti. Bu konuda bir şey yapmak için adeta güdülendi.
“Filmin sanatçı Pippa Bacca’ya adanması yönetmenimizin fikriydi. İtalya’dan barış yürüyüşü için yola çıkan, birçok ülkeden geçen ve dediğiniz gibi İsrail’e giderken Türkiye’de tecavüze uğrayıp öldürülen sanatçı, yönetmenimiz Esen Işık’ı çok etkiledi. Özellikle Türkiye medyasının olaya bakışı onu rahatsız etti. Sosyal medyada yapılan tartışmaları hayretle okuduğunu söyledi. O dönemde sanatçı için ‘kendi suçu, yola çıkmasaydı, otostop çekmeseydi’ bile diyenler olduğunu söyledi. Bu noktadan başlayarak yönetmenimiz bunu hazmedemedi. Nasıl olur da toplum bu olayı bu şekilde algılayabilir diye düşündüğünü anlattı. Türkiye’de kadına şiddet o kadar sık ve kabul edilir bir olgu ki… Bunun nedeni sorgulanmalı. Film de bu noktadan yola çıkarak şiddet olayında sadece mağdur olan ve şiddeti uygulayan olmadığına, şiddete seyirci kalan toplumun da var olduğuna dikkat çekiyor. Film biraz da bu durum nedeniyle gerçekleşiyor ve Pippa Bacca’ya ithaf ediliyor.”
“KADIN, SİSTEMLE BAŞ EDEREK YAŞAMAYA ÇALIŞIYOR”
Köpek filmi eşinden şiddet gören bir kadın ve toplum tarafından ötekileştirilen bir transseksüelin yaşadıklarını anlatıyor. Acıları aynı olan ancak farklı karakterler üzerinden anlatılan hikâyede İstanbul’un karanlık yüzü de gözler önüne seriliyor. İsviçre’de en iyi kurmaca ödülü almaya da hak kazanan film, bir yanıyla da insanın kendinden güçlüler tarafından nasıl değişime maruz bırakıldığını ortaya koyuyor.
“Bu filmde ben, eşinden şiddet gören Hayat karakterini canlandırıyorum. Filmde şiddetin farklı biçimlerine, hem toplumsal hem de bireysel şiddete vurgu yapılıyor. Esen bana bu rolü ilk teklif ettiğinde doğrusu şaşırdım. Kendimi hiç böyle bir kadın rolünde görmemiştim. Mağdur bir kadını hiç canlandırmamıştım. Kendimi daha çok güçlü kadın karakterlerinde görüyorum. Oyuncu olarak tecrübem de daha çok bu rollerde. Oysa yönetmenimiz bu role beni bilerek istediğini söyledi. Çünkü kadın hayatta ne kadar güçlü olursa olsun bu sistemin içinde ve bu sistemle baş etmeye çalışarak yaşıyor. Karakterimiz nasıl olursa olsun bu sistemin içine hapsoluyoruz. Sistemle mücadele ediyoruz. Filmde ben bunu canlandırdım. Benim için kolay bir rol olmadı. Yine de bu sistem fikrinden başlayarak kendime bu role bürünecek çıkış noktası buldum.”
İSVİÇRE’DE TEPKİLER
Beren Tuna’nın, Hayat rolüne bürünmesi o kadar başarılı oldu ki bu yıl İsviçre’nin en iyi kadın oyuncusu seçildi. Ancak sistem onu bu kez farklı bir noktadan rahatsız etti. İsviçre’de bir Türk olarak bu ödülü alması tartışmalara yol açtı. Dünyanın en çağdaş ülkelerinde birinde bile sistem onu rahatsız etmeyi başardı.
“Doğrusu beklediğim bir ödül değildi. Aday olarak başvurmam istendi ama aday olarak bile seçilebileceğimi düşünmeden, belki aday olabilirim o da bir şey diyerek seçmelere katıldık. Adaylar arasına girince elbette içten içe ödülü de almak istedim ama çok da ihtimal vermedim. Daha sonra ödüle layık görülünce çok sevindim. Beklemiyordum. İsviçre’de adaylığımın açıklanmasıyla birlikte tartışmalar da başladı. Nasıl olur da Türkçe bir film, bu arada yapımcıları İsviçreli ve yönetmenimiz de İsviçre vatandaşı, böyle bir ödüle aday olabilir denildi. Doğrusu bu duruma kızdık. Bu tartışmalara karşı hem benim en iyi kadın oyuncu hem de filmin en iyi kurmaca ödülü kazanması çok önemliydi. Bizi bu algıyı yıktığı için çok sevindirdi.”
İlk sinema tecrübesiyle en iyi kadın oyuncu ödülü alan sanatçıya tiyatro mu sinema mı diye sormadan edemiyorum. Gülüyor ve buna cevap vermenin zor olduğunu anlatırken beklemediğim bir cevapla karşılık veriyor.
“Bir oyuncu olarak kişisel oyun tarzımın sinemaya daha yakın olduğunu düşünüyorum. Tiyatroda oynama ise benim için tabii ki çok özel. Tiyatroda baştan sona kadar tüm rolü hiç kesmeden oynuyorsun. Bu harika bir şey, ciddi bir konsantre gerektiriyor. Üstelik bunu seyircilerle birlikte yapıyoruz. Bunu canlı yaşamak, seyircilere de yaşartmak çok zorlu ve değişik bir duygu. O yüzden tam olarak bir seçim yapamam ikisi de benim için çok önemli diyebilirim.”
“GELECEKTE KIBRIS’A YERLEŞMEYİ DÜŞÜNDÜK”
Sanatçı her ne kadar Kıbrıs’ta hiç yaşamamış olsa da babası Kıbrıslı olduğu için Ada’nın kendisi için özel bir anlam taşıdığını söylüyor. Bu gelişinde St. Hilarion ve Bellapais Manastırına ziyarette bulunduğunu, Karpaz’dan ise hiç dönmek istemediğini anlatıyor. Bizler onun hayatına ve İsviçre’ye öykünürken o bir gün gelip Ada’ya yerleşmekten söz ediyor. Şaşırıyorum. Kıbrıs’ta yaşamayı bir de Kıbrıslılara sormalı diye düşünmeden edemiyorum.
“Babam Kıbrıs’ı hep anlatırdı. Çocukken Kıbrıs’ı görmediğim halde hep Ada’yı dinleyerek büyüdüm. Şehirleri, şehirlerin hikâyelerini çocukluktan bu yana çok iyi biliyorum. Buraya ilk geldiğimde kendimi çok rahat hissettiğimi fark ettim. Kıbrıs’a gelince hep eve gelmiş gibi oluyorum. En son dört yıl önce yine gelmiştik. Ondan önce geldiğim zaman ise çocuk denecek yaştaydım. Zaman zaman eşimle İsviçre’yi bırakıp başka bir yere taşınır mıyız, güneyde yaşar mıyız diye düşünüyoruz. Bu ziyaretimizde doğrusu gelecekte Kıbrıs’a yerleşmeyi düşündük. Tabii bu sadece bir fikir ama burada çok rahat ve mutlu olduğumu söyleyebilirim.”