15 Kasım 1983 günü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak kurulduğunu dünya ve tarih önünde ilan ettik.
Bir halk olarak kendi kaderimizi tayin etme hakkımızı “ayrılma” yönünde kullanarak kendi milli benliğimizle kendi kendimizi demokratik bir biçimde yöneteceğimizi bildirdik.
Özgür irademizle bu topraklarda bağımsız ve egemen bir halk olarak yaşama hakkımızın olduğunu ve bir devlette olması gereken tüm kurumlarıyla Kıbrıslı Türklerin bunu yapmaya muktedir olduğunu, yine tüm dünyaya yüksek sesle haykırdık.
Büyük büyük laflar ettik, koskoca iddialarda bulunduk, bağımsızlık şiarına sarılarak bol bol nutuklar salladık...
Sonuçta kendimizi her yönüyle bağımlı, dünyadan kopmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli kurumlarının vesayeti altında her dönemde mutlaka sınırlandırılmış irade ve karar alma süreçleriyle “yönetirmiş gibi” yaparken bulduk.
KKTC Bağımsızlık Bildirgesi’nde kullanılan terminoloji en genelde ulus devletler çağının klasik kavramlarını içerir. Egemen bir halk olarak kendi kaderini tayin hakkı ve bu bağlamda bağımsızlık ilanı kavramı bu dönemin kavrayışıyla yorumlanmış ve aktarılmıştır.
İşte metin bu kendi ileri sürdüğü kavramlar dahilinde okunduğunda bile onu kaleme alanları tümden yalanlayan bir KKTC gerçeği karşısında deyim yerindeyse tarih önünde komik duruma düşüyor.
Peki bu bildirgedeki klasik yorumla; bir halkın bağımsızlığı ne anlama gelmektedir?
Bağımsızlık o halkın kendi kendini yönetmesi, kendi kurumları vasıtasıyla kendi erkini kullanması, başka hiç bir devletin bu kurumsal işleyişe karışmaması demek değil midir?
Yine bağımsızlık o halkın egemenlik hakkına dayanarak kendi kaderini belirlemesi, her koşulda kendi geleceğine kendinin karar vermesini gerektirmez mi?
Bu egemenliğin sürekli olması, yani nasıl, hangi siyasal kurumlarla ve kimler tarafından yönetileceğinde halk iradesinin daimi belirleyiciliği olması gerekmez mi?
İşte KKTC’nin açmazı egemen ve bağımsız bir devletin niteliklerini taşımaması noktasında başlıyor. KKTC yukarıdaki klasik anlamıyla bağımsız bir devlet değil. Bunun sıkça vurgulandığı gibi uluslararası tanınma meselesinden ibaret bir açıklaması yok. Bağımsız olamama durumunun esas deneyimlendiği alan bu yapının ürettiği ve Kıbrıslı Türkleri kendi yurdundaki yönetim ve karar alma süreçlerinden alıkoyan pratikler oluyor.
Bu pratiklerin en sonuncusu Türkiye Cumhuriyeti’nin yargımıza tabir-i caizse muhtıra vermesi olayında yaşadık. Bu olay en yumuşak yorumuyla bile entegrasyon sürecinde ne kadar ileri gidilebileceğinin endişe verici bir göstergesi olarak okunmalı. Zira Türkiye’nin bu denli doğrudan, bu denli sert ve Kıbrıs’ın kuzeyine vilayetleri gözüyle baktıklarını tüm dünyaya bu denli açıkça ilan eden bir müdahalesi daha önce olmamıştı.
Bugün “özgürlük ve bağımsızlık” mücadelesi olarak nitelendirilen ama esasen adanın bir bölümünün Türkiye toprağı olacak şekilde taksim edilmesine dayanan, kökenlerini o hedeften alan Türk ulusu milliyetçiliğinin kuracağı devletten de zaten ancak bu kadarı beklenebilirdi.
Bu tür milliyetçilik için Kıbrıslı Türkler Türk ulusunun bir parçası olmaktan ibarettir. Kıbrıs Türk toplumunu ayrı bir varlık ve kimlik olarak tanımaz. KKTC’nin kurucu ideolojisinin tahayyülünde asla bağımsız bir devlet olma amacı yoktur. Esas amaç bu devleti anavatanla bütünleştirme aracı olarak kullanmaktır. Ne de olsa bizim Anadolu’yla ayrımız gayrımız yoktur.
Böyle bir ideolojik kavrayış altında ayrı devlet ilanının taksimin kalıcılaşması için bir aşama olmaktan öteye bir anlamı yoktur. Her ne kadar Bağımsızlık Bildirgesi’nde aksi yazsa da, ulusal hedef gün gele Kıbrıs’ın kuzeyinin anavatana katılmasını da pekala içerebilir.
Bu paradigma dahilinde olabileceğimiz “en iyi şey” belli; bir çeşit “himaye devleti” olmak. Ve varabileceğimiz en kötü sonuç, halen bunu tahayyül edenlerin işlettiği entegrasyon süreçleri vasıtasıyla vilayet olma tehlikesi yaşamak...
En başta bugüne kadar bu kurumsal yapının devam etmesini savunmuş olan kesimler olmak üzere Kıbrıslı Türkler, bol keseden sloganı atılan “bağımsızlık ve egemenliğin” KKTC idaresi altında asla mümkün olamayacağını gün geçtikçe daha iyi anlıyor olmalı.
Böyle bir olanaksızlığın tespiti üzerinde asgari bir uzlaşı sağlarsak eğer, buradan çıkış yolunun ayrıntılarını konuşurken birbirimizi daha iyi anlayabiliriz..
İşte o zaman “federal çözüm mümkün müydü, değil miydi?” “Rumlar bizi ister miydi, istemez miydi?”, “çözüm Rum’a yama olmak mıydı değil miydi?” “50 sene görüştük da bir şey oldu muydu, olmadı mıydı” gibi sorular üzerine daha rahat konuşur, daha verimli ve anlamlı tartışmalar yapabiliriz...