Çok değerli arkadaşımız, Avustralya’dan araştırmacı yazar ve grafik sanatçısı, “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” başlıklı internet sayfasının kurucusu Konstantinos Emmanuelle, Kıbrıs’ta geçmişte insanların beslenme durumuna ilişkin gözlemlerini kaleme aldı... Biz de onun bu değerli yazısını okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle, Kıbrıs’ta gıdaya ilişkin geçmiş yaşama dair gözlemlerinde şöyle yazdı:
*** Bir önceki paylaşımımda, “bize dair gerçekler” başlığı altında çocukluğuma ilişkin gözlemlerimi paylaştıydım – dikkatimi dağıtıp gençliğimi çalacak internetin olmayışına nasıl müteşekkir olduğumu yazmıştım... Çocukluğumda her zaman dış mekanlarda oyunlar oynamanın yanısıra, evde büyütülen sebze-meyveler ve bol miktarda ev yapımı yiyecekler de vardı, buna da çok müteşekkirim... Bu da beni şimdi paylaşacağım “bize dair bir başka gerçeğe” götürüyor – o da, kendi toprağımızda yetiştirdiklerimizle yaşamanın, sağlığımız için daha iyi olmasıdır...
KENDİ TOPRAĞINDA YETİŞTİRDİKLERİNLE YAŞAMAK, SAĞLIK İÇİN DAHA İYİDİR
*** Kendinize ait bir toprak parçanızda büyütüp yetiştirdiğiniz meyvaların ya da sebzelerin tadının yerini hiçbir şey tutamaz. Her kim ki kış aylarında bir mağazadan satın almış olduğu domadezi yemişse, neden bahsettiğimi anlayacaktır... Bildiğiniz gibi, annemle babamın kuşağının Kıbrıs topraklarında nasıl kendi kendine yeten bir hayat yaşamış olduklarını çok yazmıştım... İkinci Dünya Savaşı öncesinde ada sakinlerinin yüzde 90’ının kırsal alanlarda yaşadıklarını ve meyva, buğday ve sebzelerini kendilerinin yetiştirerek bununla hayatta kaldıklarını biliyor muydunuz? Bunun da ötesinde, ancak o mevsim yetişen yiyecekler yiyorlardı...
*** Yiyecek ve yemek pişirmeye gelince, Kıbrıslılar her zaman yaratıcı olmuşlardır... Tek bir üründen hareketle bir düzine yemek tarifi ortaya koyabiliyorlardı. Örneğin mütevazi üzümü ele alalım... Üzüm suyundan kendi şaraplarını yapmakla kalmıyor, aynı zamanda sucuk, palüze ve üzüm macunu da yapıyorlardı... Keçi sütü, ılık bir içecek olarak tüketiliyordu ancak keçi hellimi yapımında da kullanılıyordu. Buğday, ekmek için un yapımında kullanılıyordu ancak “Tarana” denen insanın içini ısıtan bir çorba da buğdayla yapılıyordu... Birkaç temel malzemeyle, pek çok güzel yemek yapılabiliyordu...
*** Geçmişin köylerinde hayatta kalmak, ekinlerin hasat edilmesine ve çiftçiliğe bağlıydı. Pek çok köylü keçi, koyun ve tavuk gibi canlı hayvanlar besliyor ve böylelikle yıl boyunca taze süt, hellim ve yumurtaya sahip olabiliyordu... Pek çok evde ayrıca turşusu kurulan yiyecekler ve tahılları da içeren bir ambar ya da kiler vardı... Küplerde geçmiş mevsimlerden tahıllar bulunuyor ve en kasvetli kış aylarında olsun, yaz aylarında olsun, her zaman insanların elinin altında temel gıda malzemeleri bulunuyordu...
*** Toprakla uğraşmanın bir diğer bariz avantajı ise eksersizdi... Benim anne-babamın kuşağı bol bol hareket ediyordu, ayrıca temiz hava alıyorlardı ve güneş ışığı... Eğer doğru düzgün ilaçlara erişimleri de olmuş olsaydı, eminim ki en az 100 yaşına kadar yaşayabilirlerdi...
*** Kendi yiyeceklerini yetiştirmenin yanısıra pek çok köylü, birbirleriyle yiyecek alış-verişi ya da değiş-tokuşu yapıyordu... Örneğin annem haftanın belli günlerinde odun fırınında köy için ekmek pişirmekteydi... Köylüler o zaman ya bu ekmekleri satın alıyorlar ya da başka yiyeceklerle ekmek değiş tokuşu yapıyorlardı... Bu tür değiş-tokuşun anlamı da evinizin kilerinde her zaman farklı gıdalardan oluşan bir stok olmasıydı... Elbette köyde tarımın zarar gördüğü tek dönem, hava durumu nedeniyle ürünlerin mahvolduğu dönemlerdi – binlerce yıl boyunca böyle şeyler olmuştu ya da çekirge sürüleri gelip gözle görülebilen herşeyi yiyerek tükettikleri dönemler olmuştu...
*** 1950’li yıllara kadar binlerce yıl boyunca Kıbrıs köylerindeki geleneksel hayat hemen hemen hiç değişmeksizin aynen kalmıştı... İnsanlar temelde yemek için yaşıyorlar ve hayatta kalmak için ekip biçtiklerini yiyorlardı. Köyün çevresindeki tarlaları ekip biçmek ve ürünleri hasat etmek için verilen günlük mücadele, en temel ve en ilkel insan ihtiyacıydı hayatta kalmak için... Tahmin edebileceğiniz gibi Kıbrıs’ta geleneksel bir köyde hayat asla sıkıcı değildi ve insanlar her zaman ekmekle, ektiklerini büyütmekle, ektiklerini biçmekle ya da toplamakla, turşu kurmakla, bunları depolamakla, pişirmekle ve elbette pişirdiklerini yemekle meşguldüler.
*** Hatta benim kuşağımdan pek çok Kıbrıslı çocuk da, evdeki sebze bahçesinde sebze yetiştirilen bir evde büyümüştür... Savaştan sonra göçmenler her nereye yerleşmişlerse, hatta kentlerde ve kentsel çevrelerde dahi, bir saksıya ya da yere birşeyler ekmeye sanki de genetik olarak zorunlu hissetmekteydiler kendilerini – çaresiz biçimde taze, organik yiyecekler yetiştirmeye ve atalarından gelen tarımsal gelenekleri canlı tutmaya çalışıyorlardı...
*** Ben de büyük arka bahçesinde mümkün olan her tür meyva ağacının bulunduğu ve sebzelerin yetiştirildiği Melburn’daki bir evde doğup büyüme şansına erişmiştim... Her bir inç karesi zevkle yenilebilecek şeylerle kaplanmıştı arka bahçemizin... Avustralyalı komşularımız ise bize Mars’tan gelmişiz gibi bakıyordu bu yüzden...
*** Annemle babam çok şükür bizleri yüksek oranda işlenmiş gıdalarla beslemiyorlardı... Elbette zaman zaman bir çikolata ya da Smiths çipleri ve Twisties veriyorlardı bize ancak annemle babam her zaman taze ve yerel olarak yetiştirilmiş şeylerle besliyorlardı bizi mümkün olduğunca, elbette bunları kendileri yetiştirip üretmeye çalışıyorlardı... Ben ayrıca şanslıydım ki annem yemek yapmayı çok seviyordu ve bir bilseniz ne güzel yemekler pişiriyordu... Pişirdiği yemeklerin neredeyse tümü de hem sağlıklı, hem de besleyiciydi, özellikle de geleneksel Kıbrıs yemekleri... Mutfağımızdan yükselen kokular beni her zaman neşelendiriyordu... En güzel hatıralarımdan biri de okuldan eve gelip de yeni pişmiş ekmek veya çörek veya baklavaları mutfak masasında beni beklerken bulmaktı...
*** Ailem haftanın beş günü vejeteryan yemekler yiyordu, diğer iki gün ise et yemekleri yiyorduk (ancak hiçbir zaman Çarşambaları ya da Cumaları değil). Ortodoks Hristiyan takvimine göre en kutsal günlerde, hepimiz “vegan”a dönüşüyorduk... Genç bir yeniyetme olarak Paska döneminde ve Noel zamanında iki veya üç hafta boyunca oruç tutuyordum... Şimdi artık öylesi bir orucun ve çoğunlukla vejeteryan bir beslenme düzeninin, sağlığımız için çok iyi olduğunu kabul ediyorum...
*** Biliyorum ki geçmiş her zaman daha güzelmiş gibi görünebilir ancak yiyeceklere gelince, gerçekten de gençliğimde yiyeceklerin daha lezzetli olduğuna inanıyorum. Aman Tanrım, “fish and chips” bile (“balık ve patates”) daha lezzetliydi... Bunun da ötesinde ben büyürken taze gıdalara ulaşmak daha kolaydı...
*** Evimiz, sokağımızda ya da mahallemizde bulunan tüm diğer göçmen evlerinin birebir kopyası gibiydi ve bu da şaşırtıcı değildi. Örneğin ne zaman Kıbrıslı, Yunan, Maltalı, İtalyan ya da Makedonyalı arkadaşlarımı ziyarete gidecek olsam, anneleri mutlaka mutfaklarında güzel bir ziyafet için harika yemekler pişiriyor olurlardı, babaları ise bahçelerinde ektiklerine bakıyor olurlardı ya da garajlarında şarap yapıyor olurlardı...
*** 1960’lı yıllarda Avustralya’da süpermarketler ortaya çıkmış olduğu halde, göçmen ailelerin çoğu oralardan alış-veriş yapmıyorlardı... Kendi bölgelerindeki yerli bakkalı veya pazarı tercih ediyorlardı çünkü buralarda taze ve organik gıdalar bulmaları daha büyük olasılık taşıyordu. Oysa süpermarketlerdeki sebze ve meyveler, yapay biçimde olgunlaştırılıyor ve çok uzun süre depolanıyorlardı ki yıl boyu satışa sunulabilsinler... Tabii bir de işlenmiş gıdalar vardı... Bunlar da yapay tadlandırıcılar ve toksinlerle dolu olurdu kimi zaman, kolaylıkla satın alınabilecek paketlenmiş gıdalardı bunlar... Ve bu gıdaların varlığı, özellikle gençler arasında obezitenin çok endişe verecek boyutlarda artmasından ve yiyeceklere ilişkin hastalıkların artmasından, ayrıca diş sağlığının bozulmasından sorumlu tutuluyor... Pek çok sağlık uzmanına göre, yiyeceklerle ilgili hastalıklar bu yüzyılda on kat artmıştır ve her sene dünyada aslında önlenebilecek ölümlerde milyonlarca kişi hayatını kaybediyor. Başka türlü ifade edecek olursak, işlenmiş gıdalar ölümünüze yol açabilir. Oysa anne-babamın kuşağı bu tarz süpermarketleri ya da işlenmiş gıdaları bilmiyorlardı... “Take away” (“paket servis”) gıdaları, “fast food”u, mikrodalga fırınları ya da buzlukları bilmiyorlardı... Bu tür sözde modern kolaylıklar, benim kuşağımda ortaya çıkmıştı...
*** Ancak şunu da belirtmeliyiz ki atalarımızın yaptığı gibi sağlıklı yemek yemeyişimiz, her zaman bizim suçumuz değildir. Modern çağdaki hayatın getirdiği baskılar dramatik biçimde değişmiştir, ayrıca neyi, nasıl ve nerede yediğimiz de değişmiştir. Günümüzde pek çok insan telaş içerisinde ayaküstü atıştırmakta veya aşırı meştul ya da her zaman aşırı yorgundur... Kimin vakti vardır yemek pişirmeye ya da sebze yetiştirmeye? O kadar yorgunuz ya da o kadar tembeliz ki, kendi sağlığımızı, kolay ve hızlı bir yemek için tehlikeye atabiliyoruz...
*** Şunu düşününüz: çalışan bir ana-babanın ortalama gününde neler vardır? Sabah kalkacak, işe gidecektir (ağır trafikte araç kullanarak, genellikle)... Çocukları okula bırakacak veya onları arayacak, sonra da onları bir spor, müzik ya da dans dersine götürecektir. Eve gelindiğinde herkes yorgundur, yıpranmıştır ve kimsenin de tencereleri, tavaları çıkarıp da sağlıklı ve besleyici bir yemek pişirmeye hali kalmamıştır... Sonra da yıkanacak bulaşıklar olacaktır. Kim buna katlanabilir? Dışarıda yemek yemek ya da eve gelirken “paket servis” almak veya “UberEats”le eve yemek getirtmek çok daha kolaydır...
*** Hayatımda yaptığım en iyi şeylerden birisi de kendi sebzelerimi yetiştiriyor olmaktır. Toprağı kazıp hazırlamak, sağlıklı bir bedene sahip olmam anlamına gelmiştir, evin dışında, açık havada çalışmak da hem fiziksel, hem de ruh sağlığımı iyileştirmiştir... Tüm bunların en iyi yanı da mevsimine göre taze, sağlıklı ve mikrop bulaşmamış sebzeleri, kışta ve yazda ailemin yararına üretiyor olmamdır...
(“TALES OF CYPRUS”ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).