Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
İnsanın cenneti çocukluğudur derler; O’nun için de öyleydi.
63 Aralığında on bir yaşındayken duyduğu ilk silah sesiyle o cenneti yitirdi. Sonrasında dehşet günleri başladı. Ardı sıra gelen ölüm haberleriyle küçücük dünyası sarsıldı. Sevgili öğretmeninin öldürüldüğünü öğrendiği gün ağladı. Çok geçmedi bir gazetede sınıf arkadaşının yerde yatan cansız fotoğrafıyla karşılaştı. Karnının sol yanından iç organları dışarıya taşmıştı. Bir kez daha ağladı, ağlarken kustu. Yaşananlar tam bir karabasandı; insanlar kaçışıyor, köyler terk ediliyor, evler boşalıyordu. Kesin olan adada artık başka zamanların, başka hayatların başladığıydı.
Yaşadığı mahalle de o cennetin bir parçasıydı, silah sesleriyle birlikte orada da büyü bozuldu. Tek bir aile gibi yaşıyor olmanın sıcaklığı ve huzurunun yerini korku ve endişe aldı. Kimileri evlerini terk ederek, daha güvenli olduğunu düşündükleri surlar içine, akraba ya da tanıdıklarının yanlarına gittiler. Kalanlar çoluk çocuk tek bir evde toplandılar. O da annesi, babası ve kardeşleriyle o evde toplananlardandı. Kötülüklere karşı bir tapınak gibi sığınılan evin kapı arkasına taşlar yığıldı; bir av tüfeği, bıçak, nacak savunma aracı olduğu düşünülen ne varsa taşların yanına sıralandı. Erkekler bir yandan kulakları cızırdayan transistörlü radyoda ajansların peşinde, nöbete durdular; kadınlar ne olacak endişesi içinde gizli gizli gözyaşı döktüler; çocuklar hep bir arada olmanın korkuyu azaltan yalancı dünyasına sığındılar.
Günler geçti, bir anda parlayan yangının alevleri yavaş yavaş sönmeye başladı. Köylerini terk etmek zorunda kalan Kıbrıslı Türkler daha güvenlikte olacakları köylere yerleştiler, şehirlerde sınırları çizilmiş dar bölgelerde yeni yaşam alanları oluşturuldu, mahalleyi terk edenler evlerine geri döndü, her tarafa sığınaklar kazıldı, mevziler, barikatlar oluşturuldu; dünün komşuları artık görünür/görünmez sınırların iki ayrı tarafında yaşayan düşmanlardı. Kazanı çok daha önceleri kaynamaya başlayan ‘Kıbrıs Sorunu’, yeni fiili durumuyla uluslararası siyasi literatürde ayan beyan yerini aldı.
Bu yeni dönem Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki konumunu kaybeden, göç etmek zorunda kalarak can ve mal kaybına uğrayan, büyük mağduriyetler yaşayan Kıbrıslı Türkler açısından çok daha sancılıydı. Onlar için gettolarda, statüsü belirsiz, Kızılay yardımlarıyla desteklenen, yoksulluğun paylaşıldığı, zor hayatlar başlamıştı. Eli silah tutan erkeklerin tümü mücahit olmuştu.
On beş yaşında lise öğrencisiyken akranlarının çoğunluğu gibi o da mücahit oldu. Gündüz okula gitti, gece nöbet tuttu. Ergenlik sancıları, iflah olmaz hayalleri görünür/görünmez sınırlara çarptıkça, o sınırları aşıp geçme, çekip gitme arzusu içinde bir tutkuya dönüştü. 68’de ‘Kıbrıs Sorunu’un çözümüne yönelik olarak, bin yıl sürecek toplumlar arası görüşmeler başladığında on altı yaşındaydı ve mücahitti. 69’da Ay’a ilk kez insan ayağı bastığında on yedisini yeni tamamlamıştı, hâlâ mücahitti. O yaz gecesi sınır boyunda salkım saçak yıldızlar altında nöbet tutarken üzerinde insanın yürüdüğü Ay’a bakıp durdu. Hayal edilen her şeyin bir gün gerçek olabileceğine o gece inandı. Aynı yıl liseyi bitirdi, üniversiteye gitmek için bir yıl daha beklemek zorundaydı. Mücahit olarak kaldı ve sırasını bekledi. Beklerken, hayallerini gemleyen sınırları, rutini yaşıyor olmanın buhranını, kitapların dünyasına sığınarak aşmaya çalıştı; şiirden medet umdu, romanlarda kendine yer aradı, dingin hayatında fırtınalar koparacak sihirli bir cümle bulmak için çırpınıp durdu.
Sonunda o gün geldi. 70 Eylülünde on sekiz yaşında bir uçak dolusu gençle adadan ayrıldı, İstanbul’da üniversite eğitimine başladı. İçine kapandığı kuşatılmış buhranlı bir avuç adadan sonra İstanbul siyasal, toplumsal, kültürel yaşamıyla sınırları geniş, bir o kadar da doğurgan, kocaman bir dünyaydı. Orada her şey yeniden anlam kazandı. Dünyayı saran ve Türkiye’yi de kuşatan, özgürlük, adalet, eşitlik, kardeşlik gibi yüce değer ve taleplerin dillendirildiği ‘devrim’ rüzgârına o da kapıldı. Bu enternasyonalist-dayanışmacı, dünyayı değiştirmeye matuf dinamik ‘teorik-pratik” süreç, öğrenme ve anlama açlığı çeken bilincine yeni kapılar açtı. Tarihi, olayları ve olguları buradan okuyup anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak ona zihinsel/düşünsel derinlik ve ufuk genişliği kazandırdı. Aynı süreç, içine doğduğu, “milliyetçilik kıskacında” savrulan ‘Kıbrıs Sorunu’nu anlamada da, ‘resmi’ olandan farklı, ötekini de gözeten, siyasal/ideolojik/düşünsel nirengi noktası oldu.
1974 Temmuzunda tatil için Kıbrıs’a döndüğünde, bu duygu ve düşüncelerin içinde kök saldığı, çok yakında yeni bir dönemi başlatacak olaylardan habersiz, yirmi iki yaşında romantik bir üniversite öğrencisiydi. 15 Temmuz faşist Samson Darbesi gerçekleştiği gün adadaydı. 17 Temmuz’da çağrı üzerine Dereboyu’ndaki eski bölüğüne gönüllü gitti. 20 Temmuz’da Türkiye adaya askeri müdahalede bulunduğunda silah altındaydı. 23 Temmuz’da bozgunla sonuçlanan ‘Hapishane’ taarruzuna katıldı. 63 Aralığında çocuk haliyle bir tahayyül olarak yaşadığı savaş ve ölüm dehşetini, o Temmuz günü yüz yüze kaldığı acımasız somut gerçeklikler olarak yaşadı ve hayatı boyunca hiç unutmadı. Aynı takımda olduğu genç komutan Erdoğan, güreşçi Necdet, afili delikanlı Ongun, esmer kara yağız Mehmet o taarruzda hayatlarını kaybederken onlarla birlikteydi. Trajik hikâyelerle dolu iki aylık bir dönemden sonra, ardında fiillen bölünmüş, yeni sorunlara gebe bir ada bırakarak, Eylül’de yeniden İstanbul’a döndü.
Yeni bir dönem başlamıştı. 63 Aralığında parçalanan ada 74 Temmuzunda artık ikiye bölünmüştü. 63-74 arasında dar bölgelere hapsolarak mağduriyeti yaşayan Kıbrıslı Türkler, bu kez kazanan taraf olurken; kaybedenler ve yeni mağdurlar on binlercesi göçmen olan, büyük oranda can ve mal kaybına uğrayan Kıbrıslı Rumlardı. 74 Temmuzla birlikte Kıbrıslı Türkler daha geniş ve göz kamaştırıcı zenginliğiyle daha müreffeh bir alana yayılarak gettolardan kurtuldular, ama adanın yeni statüsü uluslararası sistemde kabul görmediğinden son kertede yine kapalı bir yaşama mahkûm oldular. Geçmişte toplum olarak yoksulluğu paylaşmanın/dayanışmanın vakur duruşu, bu dönemde ganimet yağmacılığıyla yer değiştirdi; siyaset-toplum-birey ilişkilerinde, bugünlere dek devam edegelecek, ahlâki/vicdani kokuşma/çürüme hayatın her alanında kök saldı.
Adanın yakın geçmişinde önemli kırılma anları olan 63 Aralık ve 74 Temmuz tarihleri, ‘Kıbrıs Sorunu’ bağlamında tarafların kendi siyasi konum ve taleplerini haklılaştırmada iki ayrı referans noktası olarak kabul edildi ve bu yaklaşım, zaman içinde kronikleşecek sorunun çözümüne yönelik ortak zemin oluşturma çabalarında sürekli engel teşkil etti. 77 Denktaş-Makarios görüşmesinde ‘zirve kararı’ olarak açıklanan ve 79 Denktaş-Kiprianu görüşmesinde yeniden teyit edilerek taraflarca ortak ‘çözüm önerisi’ olarak resmen kabul edilen, ardı sıra gerçekleşecek görüşmelerde yeni açılımlarla olgunlaştırılmaya çalışılan “İki Toplumlu Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” tezi her seferinde bu siyasal/tarihsel/psikolojik engele takıldı.
74 Türkiye’si 12 Mart askeri muhtırasının yarattığı tahribatın izlerinin silinmeye, demokrasinin yeniden işlevsellik kazanmaya başladığı dönemdi. Muhtırayla kesintiye uğrayan sol siyasal/demokratik örgütlü mücadele yeniden hız kazanırken, eş zamanlı olarak Türkiye’de sayıları azımsanmayacak Kıbrıslı öğrenciler de bu mücadelede yerini aldı. Büyük şehirlerde ayrı ayrı kurulan öğrenci dernekleri daha sonra bir federasyon çatısı altında toplandı. Kıbrıslı öğrencilerin mücadele alanı sadece Türkiye ile sınırlı kalmadı, Kıbrıs ve doğal olarak ‘Kıbrıs Sorunu’ bu kapsama dâhil oldu. Kıbrıs’ı ortak bir vatan yapma bu mücadelenin ana eksenini teşkil etti, bu yolda atılacak adımlara destek olundu. ‘Milli Dava’ kutsiyetiyle dokunulmaz kılınan Kıbrıs Sorunu’nda geleneksel politikalara aykırı bu yaklaşım resmi görüşün hışmına uğradı. Aralarında onun da yer aldığı federasyon yöneticilerinin bursları, Kıbrıs’ta Birleşmiş Milletler kararlarına uyulmasını talep eden bir bildiri yayınladıkları gerekçesiyle kesildi. Aynı dönemde Türkiye’de faşist saldırıların da hedefi olan Kıbrıslı öğrenciler bu saldırılarda altı genci yitirdi. Çok geçmedi, 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe solun üzerinden silindir gibi geçti, demokrasi askıya alındı, tüm örgütlerle birlikte Kıbrıslı öğrencilerin örgütleri de kapatıldı.
1977’de üniversite eğitimini tamamladı, 78’de ihtisasa başladı, 79’da evlendi, 80 yılında yirmi sekiz yaşında baba oldu, 81’de sıkıyönetim tarafından gözaltına alındı. İstanbul Birinci Şube’nin karanlık hücrelerinden, dehşet kusan sorgu odalarından geçti. Selimiye kışlasında demir parmaklıklar arkasında henüz bir yaşında olmayan kızının kokusunu özlerken dışarıya çıkacağı günü bekledi. Çıktı, kesintiye uğrayan ihtisasını tamamladı. Adaya geri dön(e)medi, İstanbul’da çalışmaya başladı. Askeri yönetim sona ererken 1983’de, ‘Kıbrıs Türk Federe Devleti’ yerini ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne bıraktı. Sorun bitmedi, çözüme yönelik kâh içerde kâh dışarda fasılalarla görüşmeler yine devam etti. 1990’da BM Genel Sekreteri Butros Galli, ‘Fikirler Dizisi’ başlığı altına gayrı resmi bir anlaşma taslağını taraflara sundu. 92’de New york’ta bu çerçevede yeni görüşmeler yapıldı. 93’te “Fikirler Dizisi” yerini BM Genel Sekreteri’nin “Güven Artırıcı Önlemler” paketine bıraktı. Pazarlıkların sürüp gittiği, yılan hikâyesine dönen, inişli çıkışlı seyir izleyen görüşmeler silsilesinden sonuç alınamazken, 95’te Güney Kıbrıs’a AB adaylık statüsünün verilmesiyle yeni bir süreç başladı.
2002 yılında on sekiz yaşında genç bir delikanlı olarak gittiği, ömrünün yarıdan fazlasını geçirdiği İstanbul’dan, saçlarındaki aklar çoğalmaya yüz tutmuş, elli yaşında, eski hesap orta yaş sınırını çoktan aşmış halde, adaya geri döndü. Yeni milenyuma girilmişti, geride kalan yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan gelişmeler, evrensel ölçekte yeni bir dünyanın kuruluşunu ima ediyordu ve bu iyimser siyasal iklim Kıbrıs’a da ulaşmıştı. Aynı dönemde Kıbrıs Sorunu’nun ana aktörlerinden Türkiye’de iktidar değişti ve bu değişiklik geleneksel Kıbrıs politikalarına olumlu biçimde yansıdı. Toplumlar arası görüşmelerin tarihsel seyri ve kapsamını gözeterek “Kıbrıs sorununa kapsamlı çözüm temeli” başlıklı “Annan Planı” taraflara aynı yıl içinde sunuldu. 2002 sonunda gerçekleşen “Kopenhag Zirvesi”nde Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB üyesi olacağı, anlaşma olmaması halinde topluluk müktesebatının Kuzey’de uygulanmayacağı açıklandı. 2003’te iki toplumu birbirinden ayıran sınırlar karşılıklı olarak geçişe açıldı ve uzun bir aradan sonra tabanda temas sağladı. Çözüm geniş toplumsal kesimlerin talebi olarak dillendirildi. Kıbrıs Sorunu bağlamında iç ve dış dinamiklerin yakın siyasi tarihte ilk kez aynı vektörel doğruda buluşmalarıyla siyasetin ibresi barış ve çözümden yana döndü. Kuzeyde iktidar ilk kez barış ve çözüm güçlerinin ağırlıkta olduğu kesimlere geçti. Bu gelişme çözüm umudunu daha da artırdı. 2003’te Lahey’de tarafların talepleri doğrultusunda tadil edilen “Annan Planı” yeniden hazırlandı ve referanduma sunulması kararlaştırıldı. 2004 Bürgenstock Zirvesi’nde plana son şekli verildi. 24 Nisan 2004’te referandum gerçekleşti, oylama Kıbrıslı Türklerin ‘Evet’ine (%64.91)karşılık Kıbrıslı Rumların ‘Hayır’ı (%75.83) biçiminde tecelli etti, umutların ve beklentilerin yükseldiği dönemde tarihsel bir fırsat kaçırılmış oldu; Kıbrıs’ta siyasal/tarihsel/psikolojik engel bir kez daha aşılamadı. Mayıs 2004’te Güney Kıbrıs AB üyesi oldu, Kıbrıslı Türklerin AB üyeliği AB pasaportu elde etmekle sınırlı kaldı. Hayal kırıklığı yaşandığı aşikârdı, ancak süreç yine de durmadı. 2005’te Kuzey’de Mehmet Ali Talat’ın ve 2008’de Güney’de AKEL Genel Sekreteri Hristofyas’ın Cumhurbaşkanı seçilmeleri, ilk kez siyasal/ideolojik ortaklıkları olan, barış ve çözüm yanlısı liderlerin buluşacak olmaları bakımından beklentileri artırdı. Ne var ki buradan da sonuç çıkmadı. Bu durum, son umut olarak farklı olanın da denendiği ve başarısız olduğu algısı yarattığından, siyasal/toplumsal düzeyde olumsuz etkisi çok daha fazla oldu. Ardı sıra Kuzey’de önce statükonun temsilcisi Eroğlu’nun, ardından yeni bir umut Akıncı’nın, Güney’de ise Anastasiadis’in Cumhurbaşkanı seçilmeleriyle devam edegelen görüşmelerin seyri, iyimserlikle kötümserlik arasında salındı durdu. Ve nihayet sarkacın bir kez daha iyimserliği vurduğu Mont pelerin ve Crans Montana görüşmelerinden de sonuç çıkmamasıyla Kıbrıs’ta barış ve çözüm umutlarına son büyük darbe vurulmuş oldu.
Kıbrıs’ta geçmişte yaşananların toplamı, tarafların tek başına kendilerini haklı çıkarabilecekleri olaylarla doluydu. Tarihi buradan yazmak, buradan tarih bilinci oluşturmak mümkündü ancak bu seçici, yazanın kendisiyle sınırlı, ötekini gözetmeyen, bütünü kapsamayan nitelik taşıyacak; haliyle eksik kalacaktı. Nitekim adanın siyasal/tarihsel müktesebatı bunun örneğiydi. Bu anlayışı sürdürmek, sorunu çözmek bir yana, sürekli yeniden üretmek demekti. Kıbrıs’ta bugüne kadar sürdürülen ve aşılması gereken de işte bu tarih anlayışı ve onun oluşturduğu siyasal/psikolojik engeldi. Bu engeli aşabilmenin yolu ise, kendini sorgulayabilen (yüzleşme), ötekine dokunup hissedebilen (empati), bütünü kuşatan, yerleşik zihniyetin ve duyguların değişeceği, siyasi adımları atabilmekten geçiyordu. Barış ve çözüm taleplerinin ‘siyaset-toplum-birey’ indinde sahiciliğinin ve samimiyetinin vazgeçilmez kriteri buydu. Bundan gayrısı tarafların hep kendilerini haklı bulan gerekçelerini sıralamaktan ve ötekini suçlamaktan, diğer bir ifadeyle sorunu çözmek değil yeniden üretmekten başka bir şey değildi. Öyle de oldu.
Şair, “şairin hayatı şiire dâhil” der. Bu cümleden mülhem, kim bilir kaç neslin ömrünü, yaşayanlarınsa yaşam enerjisini tüketen Kıbrıs Sorunu her Kıbrıslı’nın hayatına dâhil. Öncesi bir yana, 63 Aralığının üzerinden elli beş, 74 Temmuzunun üzerinden kırk dört yıl geçti.
O’nun hayatı da ‘Kıbrıs Sorunu’na dâhil hayatlardan sadece bir tanesi. 63 Aralığında on bir yaşında bir çocuktu; 74 temmuzunda 22 yaşında hayallerinin peşinde bir genç, şimdi ise kalan saçları pamuk tarlası, altmışların yarısını geçerek yaşlılığa doğru yol alan bir yolcu.
Kıbrıs Sorunu ise hâlâ Kıbrıslı’nın hayatına dâhil..