Kıbrıs’ın kuzey coğrafyasında dünyaya gelen birçok kişi Kıbrıs sorununun ele alındığı aile yemekleri, okuldaki tartışmalar (hatta bölünmeler) ve arkadaşlar arasındaki tartışmalar neticesinde birçok kişi bulunduğumuz bölgenin en büyük ve en karmaşık sorununun bizim sorunumuz olduğu inancını taşıyor. Adamızın bulunduğu bölgenin aslında bir dizi çatışma, matem ve istikrarsızlık bütünü olduğunu anlamamız bazılarımızın yetişkinlik dönemiyle ancak mümkün olabiliyor, bazen de bunu tamamen görmezden gelip Kıbrıs sorunu ve kendi bulunduğumuz ülke dışındaki meselelere bakma gereği dahi duymuyoruz. Dönüp bir çevremize baktığımızda Suriye’de yıllardır süren iç savaş ve ondan öncesinde de süregelen siyasi krizler, Lübnan’daki çatışmalar, saldırılar ve siyasi gerilimlerle dolu geçmiş, Gazze’de senelerdir süregelen zulüm, Irak’ın diktatörlük tarihini bulabiliriz. Türkiye ise bize bu coğrafyada tarihsel ve kültürel anlamda belki de bazılarımız tarafından en yakın olduğunu düşündüğümüz ülke. Bugüne kadar ne içerisinde yaşayan farklı toplulukların söz sahibi olabilmelerini sağlamış, ne de kendi içerisindeki çatışmaları bir uzlaşı yoluna götürebilmiş. Türkiye çatışma ve uzlaşı konusunda bugüne kadar hiç de iyi bir örnek teşkil etmemiş, toplumun önemli bir kesimini etkileyen Türkçü, İslamcı ve kültürün derinliklerine işleyen militer ve ataerkil yapıyla senelerdir siyaset sahnesinde tehditler savuran, özgürlükleri kısıtlayan, farklılıkları anlamaktan uzak bir yapı. Bunları tabii ki çok genel anlamda söylüyorum ve burada özellikle Türkiye coğrafyasında yeteri kadar temsiliyet bulamamış birçok halktan bahsediyorum. Asimilasyon ve tek tipleştirme, temel hakların kısıtlanması ve baskıyı kast ediyorum.
İşte bütün bu acı, matem, çözümsüzlük ve sıkışmış tarihin içerisinde Kıbrıs’ta bizlerin yaşadıkları büyük acıların da bir yeri var elbette. Yaşadığımız coğrafyadan ayrı değiliz, maalesef uzlaşmak için bulduğumuz yöntemler de radikal farklılıklar göstermiyor. İçerisinde yer almayı toplumun bir kesimi tarafından arzuladığımız Avrupa’ya dair yöntemler ve algılar ile günlük hayat pratiklerimiz ve siyaset döngümüz aynı yolda ilerlemiyor. Avrupa’nın her bölgesi bu konuda başarılı diyemesem de bizim kendi kafamızda oluşturduğumuz “Avrupalılık” algısına uygun siyaset yapmadığımızı söylemem mümkün. Bunu özellikle vurgulamamın nedeni, beyaz ve orta sınıf bir Kıbrıslıtürk olarak yetiştirilişim esnasında Ortadoğu’ya dair, oranın bir parçası olduğumuza, Akdenizliliğimize ve ötesine dair vurgular değil, Avrupalı tarafımıza yapılan bir vurgu vardı. Üstelik maalesef bu bizlerle şu an aynı adayı paylaşan “kirli göçmenlerle” sürekli bir kıyası içeren ve buradan ilerleyen bir aklanma çabasıydı.
Bundan 4 sene önce Mustafa Akıncı yaptığı bir açıklamada "Bu bizim neslin son denemesidir ve belki de Kıbrıs'ta federal bir çözüm için artık son şansıdır" demişti. O dönem bu sözleri okuduğumda gerçekte hak vermiştim, Akıncı’nın kendi neslim diye tanımladığı nesil savaşı gören, kayıplar ve acılar yaşamış, yani meselenin bir fiil öznesi olan kesimdi. Özne bu meseleyi çözemeyecekse, sonrası nesillerin bu meseleyi anlamasına imkân yoktu. Kıbrıs’ın bütün halini onlar yaşamıştı, o nesil Kıbrıslırum arkadaşlarıyla büyümüş, ortak sofralarda buluşmuş, dini bayramlarını beraber kutlamışlardı. Bu ve benzeri birçok güzel anıyı gerçekten de Akıncı’nın neslinden duyabilirsiniz. Çoğu zaman yürek ısıtan, hatta umut veren kıymetli anılardır bunlar. Ancak özne olarak bu nesli belirlersek, gerçekten de bu özne mi Kıbrıs’a barışa getirebilirdi? Bunca senedir yapılan çözüm girişimleri benzer görüşme metotlarıyla, lider odaklı, kamuoyuyla sınırlı bilgi paylaşılarak, çekişmelerle birlikte sürdürüldü. Bu döneme kadar yapılmaya çalışılan iyi bir pazarlıkla bu meseleyi bir şekilde “halletmekti”. Çatışmaların hemen ardından geçmişe bir sünger çekildi, kayıp aileleri konuşturulmadı, tecavüze uğrayan kadınların bunu en yakın ailelerinden bile gizlemeleri gerekti, malını mülkünü kaybedenlere ise karşılığında çok çarpık bir sistemle belirli mülkler verildi ancak bunlar hakkaniyetli değildi. Torpil adası olduğumuz belki de o dönemden belliydi ve adaletsizlik çatışma sonrası toplumun en içlerine kadar işlemiş, düzenin böyle kurulmasıyla neticelenmişti her şey. Peki ya failler? Veya suçların tanıkları? Ne faillerin fail oldukları resmi olarak bilindi ne de tanıkların oradaki varlıkları.
Bu bize özgü bir durum değil elbette, yazının başında da bahsettiğim gibi, coğrafyamız hakikatlerin bastırıldığı, faillerin cezasızlığının oldukça normalleştiği bir coğrafya. Dünyada da bunun birçok örneği var ve bununla mücadele amacıyla kurulmuş birçok sivil toplum örgütü, hazırlanmış uluslararası sözleşme ve farklı siyasi mücadeleler var. Bu noktada özellikle geçmişle hesaplaşma meselesine çok değerli katkıları olan Bernhard Schlink’in kullandığı “kolekttif suç” ve “suça bulaşmışlık” kavramlarından yararlanabiliriz. Schlink Nazi Almanyası’ndaki faillerin toplumdan dışlanmadıklarını, aksine itibar gördüklerini ve kariyerlerine devam etmelerine izin verildiğinden bahseder. Bunun toplumdaki yansıması ise suça bulaşmışlıktır. Suç burada bildiğimiz ceza hukuku altındaki suç kavramının ötesinde kullanılmakta ve savaş dönemindeki suçları gören, iştirak eden, bunları bilen ve bütün bu adaletsizliklere sessiz kalanları anlatır. Suçlar bir nevi filleri yapanlarla sessiz kalanlar arasında kurulmuş bir dayanışma ile vuku bulmuştur. Kolektif şekilde suça bulaşmış olan toplum, faili korur, saygı gösterir, bildiklerini paylaşmaz ve aslında sessiz şekilde yapılanları onaylar. Kolektif suç tüm toplumu kapsar, hatta Sclink’e göre faillerin çocuklarının nesli de bunun içinde yer almaktadır. Suç nesilden nesile taşınan bir hal alır ve bununla yüzleşilmediği sürece takip eden nesiller bu suçun bir parçası olmaya mahkumdurlar [i]. Dolayısıyla Akıncı’nın bahsettiği nesil kadar, bu nesilin çocukları olan sonraki nesiller de aslında kolektif suçun bir parçası haline gelmişlerdir. Buna, toplumsal mücadeleyi cesurca geçmişle hesaplaşma talebi etrafında şekillendirememiş, Kıbrıs’ta çözümü liderlerin kapalı kapılar ardında hazırlayacakları olası bir plana bağlayan benim de içinde bulunduğum nesil de dahildir. Bizler belki o gün orada değildik, ancak her şeye rağmen bu adada hakikati keşfetmeyi ve bunlardan ders çıkarabilmeyi hiçbir zaman örgütsel biçimde istemedik. Bütün bunlara rağmen Akıncı’nın bahsettiği son şansın varlığına bugün inanmakta zorluk çekiyorum. Senelerdir ısrar ve inat ile bir çözüm statükosu yaratılmış, bunun dışında uzlaşı yöntemlerine dair dünyanın çıkardığı dersler takip edilmemiş, radikal adımlar atılamamışsa daha yürünecek yolumuz vardır. Bu noktada durmak ise oluşan adaletsizliğin, susturulan savaş mağduru kesimin ve onların sessizliği üzerine inşa edilen bu çaresiz çözüm beklentilerinin devamını sağlamak anlamına gelmektedir.
[i] Schlink B. (2012), Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk, Dost Kitabevi.