Umut Özkaleli
Feministlerin ısrarla üzerinde durdukları konulardan biri, kadınların aile içi şiddete maruz kalmalarının bireysel ve özel, yani iki birey arasında bir mesele değil sosyo-politik bir mesele olduğudur. Bunu binlerce kere vurgulasak da maalesef bundan ne kastettiğimiz pek fazla anlaşılamamakta, beyinlerde yer edememekte ve gereken karşı duruşu getirememektedir. Bu sebeple de ülkemizde son dönemlerde demokratik haklarını kullanmak isteyen ve protesto yapmaya çalışan halka karşı polisin gösterdiği şiddeti, aile içi şiddet konusuyla ilişkilendirerek örneklendirmek yararlı olabilir.
Pek çoğumuz polis şiddetini hayretle ve “daha önce bizde olmayan bir yaklaşım” olarak niteleyerek çaresizlik hissine kapılmaktadır. Hâlbuki polisin şiddet kullanmaya başlaması şaşırtıcı ve sürpriz bir gelişme değildir. Eğer toplumumuzu değerlendirirken toplumsal cinsiyet perspektifini de analizimize yerleştirseydik, polisin halka şiddet uyguladığı aşamaya eninde sonunda geleceğimizi aslında çoktan saptayabilirdik. Kadına karşı aile içi şiddetin politik olduğunu ve buna kadınlı erkekli toplumsal bir karşı çıkış gösterilmediği takdirde toplumsal hayatın başka alanlarında -yine kadınlı-erkekli hepimizi- yeni şiddet modellerinin bizi beklediğini hesaba katarak ülkemizdeki polis şiddetini irdelemek gereklidir.
Polisin yıllar içerisinde dönüşüm yaşayarak kendi halkına şiddet uygulayabilen bir hale gelebilmesi kaçınılmaz bir süreçti. Bu şiddet uzun yıllardır kendi içimizde farklı şekillerde hayat buluyordu çünkü. Çevremizde karısını dövdüğüyle ilgili haberler aldığımız polisler hep vardı. Kimileri uzun vadeli fiziksel zararlar bırakacak kadar da gözle görülürdü. Elbette hiçbir toplumsal kesime ve meslek grubuna yüklenemeyeceği gibi polislerin çoğunluğunun evde şiddet uyguladığı sonucuna gitmeye çalışmıyorum. Vurgulamak istediğim nokta, güvenliği ve huzuru sağlamak için çalışmak durumunda olan böylesi bir meslek grubunun içinde, evde çocuklarına ve karısına şiddet uygulayan bireylere hiçbir şekilde göz yumulmaması gerekliliğiydi. Mesleğin bir gereği olarak polisin, hayatının her alanında, şiddeti ve kavgayı ortadan kaldıracak konumda durması bir gerekliliktir. Kendi bireysel hayatında bunu başaramayanların meslekten ayıklanması, atılması ve bu tip davranıştaki insanların barındırılmayacağı mesajının hem topluma hem de meslekteki bireylere verilmesi gerekirdi. Ancak karısını döven bir polisin özel hayatını kamusal alanda icra ettiği mesleğinden ayırmak ve mesleğinde başarılı olabildiğini düşünmek yanılgısıyla hayatımız süregitti. Hiçbirimiz bunu sorunsallaştırmadı; ne iktidardaki ne muhalefetteki politikacılar, ne siyasi partiler, ne bir kurum olarak polis bunu mesele haline getirdi, ne de halk içerisindeki insanlar bunu bir sorun olarak algıladı. Genellikle erkeklerin evde karıları ile ilişkileri “dokunulmaz alan, özel ilişki” olarak görüldü.
Şiddet hiçbir zaman tek yönlü ve tek bir alanla sınırlı değildir. Sözle, hakaretle var olan şiddet fiziksel şiddete dönüşebilir, dayağı kontrol yöntemi olarak kullanan bir erkek sonunda karısını öldürmekle şiddetini sonlandırabilir. Kadınların dünyanın pek çok yerinde en çok romantik partnerleri, eşleri ve sevgilileri tarafından öldürülmesi de şiddetin kademeli olarak artmasının en önemli göstergesidir. Sevmek, saymak, hastalığında yanında olmak, kötü günlerinde en yakın arkadaşı olmak için evlenilen eşini dövebilen bir kişinin, kendi halkından insanların üzerine yürüyüp bu insanları darp etmesine şaşırılabilir mi?
Kadınların kendilerinden daha güçsüz, daha az zeki, daha az kapasiteli olduğunu düşünerek, eşit partnerlik yerine karılarını kontrol etmek isteyen, kadınları temizlik yapmanın, çocuk doğurmanın, seks hizmeti sağlamanın bir aracı görerek onlarla evlenen adamlar, kurguladıkları hiyerarşik yapının (yani ev hayatlarının) dışına çıktıklarında, halka da aynı değersizleştirmeyi yapıp “güdülmesi” gereken kitleler olarak baktığında ve “haddinizi bilmelisiniz” dediğinde şaşırabilir miyiz? Başka bir açıdan olayı düşündüğümüzde, polis şiddetine veryansın eden insanların içinde eve gittiğinde karısını döven, hakaret eden, gideceği yerler için izin almasını bekleyen, giydiği giysiye karışan, bazen giyilemesin diye o elbiseyi yırtan adam sayısı kaçtır? Artık bütün bunlar arasındaki bağlantıyı görme zamanımız gelmemiş midir?
Kadınlar cinsiyet ayrımcılığıyla üzerinde egemenlik kurulacak bedenler olarak görülürken, işçiler ya da buraya kaçak girenler de sınıf eksenli bir güç gösterisine tabi kılınmaktadır. O yüzden uzun süredir gözümüzü kapattığımız bir başka ciddi sorun, polis tarafından gözaltına alınan bireylerin dayak yemesi ve şiddet görmesidir. Hırsızlık yaptığı için yakalanan kişileri polisin dövmesinin gerekli olduğunu düşünen bireylere çok rastladım. Hâlbuki göze göz dişe diş bir ortamda yaşamamak için devlete özgürlüklerinin sadece bir kısmını devreden vatandaşların, devlet eliyle uygulanan şiddete -kime yapılırsa yapılsın- karşı durmaları gerekmektedir. Bu yüzden uzun süre hapse girmesi gerektiğini düşündüğüm tecavüzcülerin polisten dayak yemesi de, çocuk katillerinin idam edilmesi de problemlidir. Devletin gücünü şiddet kullanarak icra etmesini kabul edebilen herkes, sonunda kaçınılmaz olarak bu şiddetin mağdurları haline geleceklerdir.
Tahakküm kuran sistemler her zaman için bireylerin örgütlenerek başkaldırmasını engellemek için bireylere kendi uygulayabilecekleri “ezme alanları” yaratmaktadır. Daha açık bir ifadeyle patronu veya devleti tarafından ezilen erkekler, evde karılarının ve çocuklarının “efendisi” olduğu hissiyle “erkekliğini” yaşadığını düşündüğündendir ki, kapitalist patriarkik devlet aile içi şiddeti sonlandıracak gerekli önlemleri sistemli şekilde almamaktadır. Hiyerarşik emir-komuta sistemi içerisinde kimliğini kaybeden bireyler o yüzden halklarına karşı kolaylıkla kışkırtılabilmektedir. Bu yüzden bazı polislerin “biz de sizin gibi düşünüyoruz ama napalım bu mesleğimizdir” dediğine şahit oluyoruz. Aslında saldırgan şekilde vatandaşların eylem yapma ya da bir kaldırımda oturma hakkını elinden alan bir polis, kendi yaşadığı baskı ve ezilmişliğe katlanmanın bir yolu olarak, halk kitlelerine şiddet uygulama yolunu seçmektedir.
Burada fark edilmesi gereken en önemli sosyal olgu, ataerkil ve kapitalist olan hiyerarşik yapının her bireyi ezmek üzerine sistemi kurguladığıdır. Bu sistemde aşağıdan yukarıya doğru ezilme her katmanda yaşanır ve ezilenlerin başkalarını ezmek için harcadıkları enerji örgütlenerek daha eşitlikçi ve barışçı bir sistem kurulmasının önündeki en büyük engel haline gelir. Yani aslında her an şiddet kültürüne ve baskıcı yapılara destek veriyoruz ve kendi ezilme tecrübemizin katlanarak artmasına hizmet ediyoruz. Feministler olarak önce ikili ilişkilerde, sonra aile içinde şiddete son vermekle ve şiddete karşı durmakla sorunu çözmeye başlayacağımızı tekrar tekrar hatırlatıyoruz ve kendimiz de şiddet olgusunu hayatımızın her alanında tespit ederek değiştirmeye ve dönüştürmeye çalışıyoruz. Hepimiz ataerkil ve hiyerarşik bir sitemde yaşadığımız için hiçbirimiz şiddetten arınmış hayatlar yaşayamıyoruz. Kimi noktada şiddet görüyoruz, kimi noktada başkalarına şiddet uyguluyoruz. Yapabileceğimiz şey bu şiddet biçimlerinin farkına varıp onları değiştirmek için sürekli bir çaba içinde olmaktır. Bize başkalarının hayatlarını kontrol etmek, kısıtlamak emri verildiğinde, başkaları ile çatışmamız teşvik edildiğinde, başkalarına karşı şiddet ve baskı uygulamamız emri verildiğinde, aslında bu kısıtlamanın, baskının, kontrolün ve şiddetin bizi de hedeflediğini, bizi de kendi kıskacı içine aldığını kendimize sürekli hatırlatmalıyız. Aramızdaki koalisyonları ve birliği bozmak için halklar ve sosyal gruplar olarak bizi birbirimize kırdırdıklarında alsında “ezme” eylemini yapan bizken sonucunda güçsüzleştiğimizi, yalnızlaştığımızı ve bize emri verenler için zincirin en zayıf halkası haline geldiğimizi bilmemiz gerekmektedir. Kendi ezen, ezdikçe ezildiğini fark etmelidir. Kendi ezmeyen kişinin ezilmeyi de kabul etmeyeceği gerçeği ise çıkış yolunun başlangıcıdır.