Umut Bozkurt
bozumut@gmail.com
19 Nisan 2015 cumhurbaşkanlığı seçimleri, Kıbrıs Türk siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. 1974 sonrası Kıbrıs’ın kuzeyinde tesis edilen siyasal sistemin mimarı Derviş Eroğlu’nun siyaset sahnesinden çekilmesi, ilk turdan sonra çözüm yanlısı kesimlerin kenetlenmesiyle Mustafa Akıncı’nın cumhurbaşkanı seçilmesiyle sonuçlanan seçimler üzerinde kafa yormamız gerekiyor. Bu yazıda iki nokta üzerine odaklanacağım. Bu seçim sonuçları ardındaki dinamikler nelerdir? Mustafa Akıncı kampanyası sırasında ne gibi vaatlerde bulunmuştur ve bu vaatleri gerçekleştirmekte ne gibi zorluklarla karşılaşması muhtemeldir?
Akıncı’nın seçim zaferini tartışmadan önce tartışılması gereken bir başka konu olduğunu düşünüyorum. Bu da Derviş Eroğlu’nun 2010 seçimlerinden itibaren neden bu kadar oy kaybetmiş olduğu meselesidir. Eroğlu, 2010 yılında yapılmış olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 61,422 oyla oyların yüzde 50.35’ini almıştır. 2015 seçiminin ilk turunda ise Eroğlu, 30,328 oyla oyların sadece yüzde 28.15’ini alabilmiştir.
Sanırım şu tespiti yapmak mümkündür. Eroğlu’nun temsil ettiği 1974 sonrası kurulan düzen tükenme noktasına gelmiştir. 1974’ten sonra kurulan siyasi sistemin meşruiyetini önce savaş ganimetleri, ardından Rum mallarını bölüştürerek, sonra da devlet dairelerindeki işleri üleştirerek sağlayan siyasi iktidarlar artık duvara toslamıştır. Zira Türkiye’nin Kıbrıs’taki hantal devleti dönüştürmek ve özelleştirmenin önünü açmak için dayattığı kemer sıkma politikaları siyasi iktidarların ve özellikle de bu sistemin mimarı olan UBP’nin iktidar olabilmek için elinde tuttuğu imkânların kısıtlanması anlamına da geliyor. Devlet işine girmek hem eskisinden daha zor, hem de maaşların hayli düşürülmesiyle eski çekiciliğini yitirdi. Meşruiyet satın almak için kullanılan bu imkânların kısıtlanmasının yanı sıra, UBP’nin adeti olduğu üzere partizanlıklara girişmesi, kendi taraftarlarını işe alırken muhaliflere hayat hakkı tanımaması da partiye olan tepkinin bir başka nedeni sayılabilir.
Eroğlu, cumhurbaşkanlığı süresince elini partisi UBP’den çekmedi ve oturduğu yerden müdahalelerine devam etti. Bu müdahaleler partinin eski başkanı İrsen Küçük’ün 2013 parlementer seçimlerinde bir hezimet yaşamasına sebep oldu. Parti içindeki istikrarsızlıklardan ötürü pek çok UBP seçmeni bir süredir Eroğlu’na diş biliyordu. O tepki seçimlere de yansıdı ve arkasında hiçbir parti desteği olmamasına rağmen, Kudret Özersay’ın seçmenin yüzde 21.25’inin oyunu almasını açıklayan önemli faktörlerden birisi oldu.
Dolayısıyla Mustafa Akıncı’nın cumhurbaşkanı seçilmesinde sağ seçmenin uğradığı hayal kırıklığı önemli bir rol oynadı. Sol seçmenin ve özellikle CTP-BG tabanının partiyle ilgili rahatsızlığı da bu sonuçta etkili olmuşa benziyor. Sibel Siber’i cumhurbaşkanı adayı olarak gösteren CTP-BG yönetimi bu kararıyla parti tabanının önemli bir bölümünü küstürmüşe benziyor. Ama mesele sadece CTP-BG seçmeninin benimsemediği bir kişiyi aday olarak göstermekle sınırlı değil. CTP-BG, iktidarda olduğu dönemde AKP’ye biat eden ve alternatif politikalar üretemeyen bir pozisyona çekildi. Ne Türkiye’nin empoze ettiği kemer sıkma politikalarına sağlam bir muhalefet geliştirilebildi, ne de Kıbrıs sorunu konusunda farklı bir söylem üretilebildi. Dışişleri Bakanı Özdil Nami pek çok açıklamasıyla sağcı Eroğlu’ndan çok da farklı düşünmediğini gözler önüne serdi. Tıpkı Eroğlu gibi Maraş’ın ancak bir bütünlükçü çözüm etrafında ele alınabileceğini söylemesi, Navtex’i Türkiye’nin değil Kıbrıs Türk yönetiminin uzattığını açıklaması çözümsüzlükten bunalan ve çıkış yolu arayan seçmenin CTP-BG’deki yönetimden kopmasına sebebiyet verdi.
İşin içinde bir de haysiyet meselesi var. Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kıbrıslıları “beslemelere” benzetmesi ve dönemin başbakanı İrsen Küçük’ü “senin maaşın kaç?” diye milyonlarca insanın önünde küçük düşürmesi sağda olan, geleneksel olarak Türkiye’yi destekleyen seçmeni bile çileden çıkarttı. Bu anlamda Akıncı’ya hem soldan hem de sağdan gelen desteği biraz da bu bağlama oturmak gerekiyor. Akıncı, özellikle 2000 yılındaki çıkışından sonra kamuoyunda hep Türkiye’ye diklenen bir siyasetçi olarak bilinegeldi. Hatırlayalım, 2000 yılında Akıncı başbakan yardımcısı iken polisin sivile bağlanmasını dile getirmişti. Dönemin Güvenlik Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Ali Nihat Özeyranlı’nın bu girişime karşı çıkmasından sonra Akıncı, Özeyranlı’ya, “Komutan, çizmeyi aştı. Kıbrıs Türk Halkı, kendi kendini yönetmeye muktedirdir. En başta Türkiye, bu talebimizi desteklemelidir.” açıklamasını yapmıştı.
Akıncı’nın bu tavrı pek çok seçmen için bu haysiyet meselesinden ötürü makbul bir tavır olarak görüldü. Ancak Akıncı, kampanyası boyunca kendisini “Rumcu, Türkiye düşmanı” olarak itibarsızlaştırmaya çalışan söylemlere karşı, hiçbir şekilde Türkiye’yle kavga etmek için cumhurbaşkanlığına talip olmadığının, Türkiye’yle “ne teslimiyetçi, ne çatışmacı ama uzlaşmacı” bir ilişki tesis etmek istediğinin altını defalarca çizdi.
Mustafa Akıncı’nın önemli vaatlerinden birisi Türkiye ile karşılıklı saygıya dayanan bir kardeşlik ilişkisi kurmak ise, bir başka vaadi de güven artırıcı önlemlere ağırlık vererek, kapalı Maraş’ı Birleşmiş Milletler yönetimi altında açmak ve nihai olarak Kıbrıs’ta bir siyasi çözümü tesis etmekti.
Bu sözlerin gerçekleşebilmesi, elbette sadece Cumhurbaşkanı Akıncı’nın iradesiyle olabilecek şeyler değil. Hem Türkiye’deki siyaset yapıcıların, hem de Güney Kıbrıs’taki siyaset yapıcıların nasıl bir tavır izleyeceği Akıncı’nın bu iki amacının gerçekleştirilmesinde önemli bir rol oynayacak. Birincisi Kıbrıs Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Nicos Anastasiades artık milliyetçi bir liderliğin uzlaşmaz tutumunu bahane ederek masadan kaçma yoluna gidemeyecek. Pek çok yazar, Akıncı’nın Maraş’ı açması durumunda bu iyi niyet göstergesinin bir karşılık bulacağını, Anastasiadis’in de Ercan’ın doğrudan uçuşlara ve Mağusa limanının uluslarararası ticarete açılabilmesi yönünde çaba göstereceği yönünde yorumlar yapıyor.
Ancak Akıncı’nın bu iki vaadini gerçekleştirebilmesi, büyük ölçüde Türkiye’nin pozisyonuna bağlı. Seçimin hemen ertesi günü Erdoğan’ın yapmış olduğu açıklama, Akıncı’nın bu konuda işinin zor olduğunu gösteriyor. “Anavatan-yavru vatan” ilişkisini dönüştürmek isteyen Akıncı’ya “ağzından çıkanı, kulağın duysun!” diye çıkışan Erdoğan’ın açıklaması artık aşina olduğumuz nobranlığının bir tezahürü müydü, yoksa Erdoğan’ın çıkışı bize Türkiye’nin pozisyonuyla ilgili bir şey mi söylüyor? Ben bu konuda Cengiz Çandar’la aynı fikirdeyim. Çandar, “Erdoğan-Akıncı atışmasını anlama kılavuzu” başlıklı yazısında AKP’nin Kıbrıs politikasında bir U-dönüşü yaşandığını, 2000li yılların başındaki çözüm yanlısı pozisyonunu değiştirerek daha şahince bir pozisyon benimsediği tespitini yapıyor. Bu pozisyon, eğer Amerika, Avrupa Birliği gibi aktörler devreye girerse belki bir ölçüde esneyebilir. Ancak en azından Türkiye’deki Haziran seçimlerine dek Türkiye’deki milliyetçi seçmenin oylarını alma çabasında olacak olan AKP’nin Maraş’ın açılması gibi “Rumlara taviz vermek” olarak görülecek adımları benimsemesinin zor olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın önünde zorlu bir yol var. Kıbrıs’ta bir çözümü tesis etmek ve Kuzey Kıbrıs ve Türkiye arasında karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki modeli oluşturmak kolay olmayacak. Ama bu vaatleri en iyi gerçekleştirebilecek kişinin de Akıncı olduğunu düşünüyorum. Deneyimli, konulara hakim olduğu ve en önemlisi kimsenin önünde el pençe divan olamayacak kadar ilkeli olduğu için sayın Akıncı’nın bizi “güzel günlere” götürebileceğini düşünüyorum. Umarım yanılmam ve “motorları maviliklere süreceğimiz o günler”i çok geçmeden görebiliriz...