Çok değerli arkadaşımız, Avustralya’dan araştırmacı yazar ve grafik sanatçısı, “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” başlıklı internet sayfasının kurucusu Konstantinos Emmanuelle, Kıbrıs’ta geçmişte çocuklar ve gençlerin durumuna ilişkin gözlemlerini kaleme aldı... Biz de onun bu değerli yazısını okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle, Kıbrıs’ta çocuklara ilişkin geçmiş yaşama dair gözlemlerinde şöyle yazdı:
*** 2012 yılında “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler”i ilk kez ortaya koyduğumda, bir dizi öykü kaleme almıştım ve bunlara “bize dair gerçekler” demiştim... Bunlar, daha çok araştırma sonuçlarıma dayanan (ve elbette kendi görüşümü de içeren) konulardaydı, Kıbrıs’a dairdi ve Kıbrıslı olmaya dair... Örneğin evlilik, çocukluk, yiyecek, beslenme, toplum ve aile ilişkileri gibi konulardaydı bu yazılarım... Özünde geçmişle şimdiki zamanı karşılaştırarak, atalarımızdan daha iyi durumda olup olmadığımızı belirlemek istiyordum... Yaşlı Kıbrıslılar’la röportajlarım dahil, yoğun aştırmalarım ardından annemle babamın tanıdığı Kıbrıs hakkında çok şey öğrenmiştim, böylece kendi dünyamla bunları kıyaslayabilecektim...
*** Keşfettiklerim, beni rahatlatmıştı... Örneğin 20nci yüzyılın ilk yarısında Kıbrıs’a egemen olan fakirliğe rağmen, annemle babamın kuşağı, benim kuşağımın bildiği hayat kalitesinden daha kaliteli bir hayata sahip olmuşlardı... Parasal ya da maddi anlamda “zengin” demek istemiyorum. Kesinlikle hayır... Çaresiz bir yoksulluğun pençesinde olduklarını ve dönem dönem açlık veya ciddi hastalıklarla boğuştuklarını biliyoruz. Hayır, birbirleriyle bağları ve birlikte hareket etmeleri, ailelerin ve toplumun da kendilerini desteklemeleri anlamında bir zenginlikten söz ediyorum...
*** Temelde keşfettiğim şey, annemle babamın kuşağının bizim kuşağa kıyasla, gençliklerinde dahi daha cesur, kararlı ve dayanıklı olduklarıydı... İzninizle “bize dair bu gerçekler”in üzerinde tekrar durarak bunları paylaşmak istiyorum... Yorum yapmak ya da bu konuda görüşlerinizi paylaşmak istiyorsanız, buyurun yapın...
BİZE DAİR BİRİNCİ GERÇEK: ÇOCUKLAR GEÇMİŞTE ÇOK DAHA AKTİF VE BECERİKLİYDİ...
*** Gençken dışarıda, açık havada çok zaman geçiriyordum, doğayı inceliyordum ve diğer çocuklarla oynuyordum... Yüzyüze demek istiyorum... Oysa bugün pek çok çocuk (benim çocuklarım dahil) daha çok oturarak veya yatarak rahatsızlık verecek derecede iç mekanlarda zamanlarını geçiriyorlar ve arkadaşlarıyla ya çevrimiçi, ya telefon, tablet ya da laptop aracılığıyla konuşuyorlar.
*** Ben büyürken, çocuklar çok daha hareketliydi ve genelde daha az yemek yiyorlardı... Mahallemizde hiç şişman çocuk yoktu. Geriye dönüp baktığımda, yalnız çocuklar da yoktu görebildiğim kadarıyla ve herhangi bir çocuğun kaygı, depresyon ya da sosyal fobilere sahip olduğunu hatırlamıyorum.
*** Eğer çocukluğunuzun kendi çocuklarınızınkinden daha farklı ve hatta belki de daha iyi olduğunu düşünüyorsanız, o zaman ana-babanızın çocukluğunu düşünün... Özellikle anne-babanız 20nci yüzyılın ilk yarısında küçük bir Kıbrıs köyünde büyümüşse, onların hayatı ne kadar da farklıydı...
*** Benim çocukluğum, annemle babamın çocukluğundan çok farklıydı... Aslına bakarsanız, dünyalar kadar fark vardı arada... Annemle babam 1930’lu yılların kırsal Kıbrısı’nda yetişmekteydi, köy çocuklarından bir dizi görevi yerine getirmesi beklenmekteydi... Bunlar arasında çamaşır yıkamak, ütü yapmak, yemek pişirmek, temizlik yapmak, hayvanları yedirmek, hasat yapmak, tarlaları çappalamak, su taşımak, tohumları ekmek, giysi dikmek, meyva toplamak ve bunlardan çok daha fazlası bulunuyordu.
*** Çok küçük yaşlardan başlayarak köy çocuklarının uzun saatler boyunca çalışarak anne-babalarına yardım etmeleri bekleniyordu. Benim kuşağımdan çocuklar böylesi bir kader yaşamadı... Evet, elbette bizlerden de evde yardım etmemiz bekleniyordu ancak anne-babamızın kuşağından çocuklara kıyasla, bizim yaşadığımız hayat, boş vaktimizin bol olduğu bir hayattı...
*** Bunun da ötesinde 20nci yüzyılın ilk yarısında Kıbrıs’taki çoğu çocuğun eğitim görme fırsatı yoktu... Aslına bakılacak olursa, pek çoğu da üçüncü ya da dördüncü sınıftan koparılıp alınarak sonu gelmeyen işler için köle gibi çalışacak bir hayata koşturuluyordu... Çoğu çocuk anne-babalarına çiftlikte yardım ediyordu... Diğerleri çocuk hizmetkarlar olarak ya da herhangi bir ödenek olmaksızın yıllarca sürecek bir çıraklık için uzak yerlere gönderiliyordu... Buna kıyasla benim kuşağımdan çocuklar düzgün bir eğitim ayrıcalığının tadını çıkarıyordu... Çoğumuz liseyi ve hatta üniversiteyi bitiriyorduk ve ondan sonra da başarılı ve ödüllendirici kariyerlerimizi biçimlendirmeye girişiyorduk.
*** Annemle babam Kıbrıs’ta yetişirken, hiçbir zaman yalnız kalmıyorlardı. Çok sayıda kardeşleri, yeğenleri ve arkadaşları, her zaman yanlarındaydı... Yapılması gereken işler tamamlandığında, genellikle köy meydanında toplanarak saklambaç, ip atlama, pirilli, birayak veya küçük bir değneğe büyük bir değnekle vurmaktan ibaret olan “Lingiri” gibi geleneksel oyunları oynuyorlardı. Tüm bunlar masum ve bize özgü eğlenceli ve açık alanda özgürce oynanan oyunlardı... Günümüzde çocukların büyük gruplar halinde, açık havada herhangi bir yetişkinin gözetimi olmaksızın böylesi oyunlar oynadığını düşünebiliyor musunuz?
*** Ama o günler gerçekten de o kadar güzel miydi? Size şunu söyleyebilirim ki “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” için röportaj yapmış olduğum yaşlı Kıbrıslılar’ın çoğu, çocukluklarını sevecenlik ve şükranla hatırlıyorlar, yoksulluğa ve kırsal yaşamın acımasız çalışma koşullarına karşın... Belki de “daha azı daha iyidir” deyişi doğrudur ya da daha doğrusu eğer bir şeyi elde etmek için çok çalışmışsanız, onun değerini daha iyi bilme eğilimindesinizdir...
*** Fakirliğin kırıp geçirdiği kırsal Kıbrıs’ta büyüyen çocukların bu şekilde yetişmesinin en kayda değer sonucu da, 1950’li yıllardan önce genç yetişkinler olarak ne kadar becerikli hale gelmeleridir. Bugünkü genç kuşağa kıyasla, o dönemin çocukları çok daha gürbüz, dayanıklı ve genellikle kendi kendilerini idare etmek bakımından çok daha becerikliydiler. Röportaj yapmış olduğum kadınlardan biri bana 12 yaşına gelmeden Kıbrıs’a özgü olan ve pişirmesi zor olan bir dizi yemeği yapmayı öğrendiklerini ve bunlar arasında odun fırınında ekemk ve pilavuna pişirmenin de bulunduğunu anlattıydı. İpek gömlekleri yıkayıp ütüleyebiliyordu, işlemesi zor olan nakışları işleyebiliyor ve köyündeki herhangi bir yetişkin gibi tarlaların bakımını yapıyor, hayvanlara da bakabiliyordu... Oysa tanıdığım genç çocukların bazıları yataktan çıkmakta zorlanıyorlar ya da ev içerisinde yardım etmek için parmaklarını kıpırdatmak çok zor geliyor kendilerine şimdilerde...
*** Belki de bu, çocukların hatası değildir. Belki de günümüz ana-babaları, evlatlarını çok koruyucu biçimde yetiştiriyorlar. Ve sanırım ben de bunlardan birisiyim... Sıkı çalışmanın değerini çocuklarıma öğretmek için daha fazla çaba harcamalıydım, hatta onları evde daha çok iş yapmaya zorlamalıydım...
*** Ve onlara kendi kendilerine bakmayı öğretmek için daha fazla çaba harcamalıydım... Beni yanlış anlamanızı istemem... Ben çocukları şımartmaktan bahsetmiyorum... Daha çok çocuklarıma yeni beceriler öğrenmenin değerini öğretmekten söz ediyorum ki gelecekte kendi kendilerine bakabilsinler... Demek istemem odur ki, hayatında hiç çamaşır yıkamamış, hiç yemek pişirmemiş ve dış dünyada hayatta kalabilmek için sürekli ana-babasının gözetimine ihtiyaç duyan çocukları biliyoruz hepimiz... Bir mektup postalamakta veya bir banka hesabı açmakta ya da haftalık alışverişi yapmakta zorlanan çocuklar tanıyoruz...
*** Dürüst olmam gerekirse, günümüz genç insanları için bazan üzülüyorum, özellikle de saatler boyunca ellerinde iletişim aletleriyle odalarında tıkılıp kalanlara üzülüyorum... Ben büyürken internet yoktu, bundan çok mutluyum... Benim kuşağımın deyim yerindeyse sokakta arkadaş olmaktan başka seçeneği yoktu... Oyun oynayarak, şarkı söyleyerek, sohbet ederek ve gülüşerek mahallemden çocuklarla saatler geçiriyorduk... Her zaman arkadaşlarımla güldüğümüzü hatırlarım. Ancak tabii ki dikkatimizi dağıtan sosyal medya yoktu, çevrimiçi trollerden zarar görmüyorduk ya da haberler bizi dehşete düşürmüyordu... Hayat daha yavaştı, daha masumdu ve çoğunlukla daha keyifliydi...
*** Bir öğretmen olarak öğrencilerimin en temel görevleri bitirmek için nasıl mücadele ettiklerini görmek beni üzüyor. Kendilerinden önceki bütün kuşaklardan çok daha fazla teknolojiye, alete ve kaynaklara sahip oldukları halde, sıkılmış, tembel ya da çalışacak durumda değillermiş gibi duruyorlar. Kesinlikle söyleyebilirim ki özellikle 1990’lı yılardan öğrencilerim olmak üzere tüm eski öğrencilerimin çalışmalarına kıyasla günümüzdeki öğrencilerimin ürettiği çalışmaların standardı, genellikle gerek kalite, gerekse nitelik bakımından çok daha düşük düzeydedir. Çoğunlukla o günlerden bu yana düzenli bir düşüş kaydedilmektedir. Daha da rahatsız edici olan şey günümüzde çok önemli sayıda öğrencinin, yalnızca o dersten geçmelerine yarayacak mimimum düzeyde çalışma yapmak istemeleridir. Kendilerinden önceki kuşağa kıyasla, aynı açlığa, tutkuya ya da başarıya yatkınlıkları yoktur...
*** Sıkılmak ya da tembellik yapmaktan söz edecek olursak, annemle babam bana Kıbrıs’ta kendi gençlikleri dönenimde hiç kimsenin sıkılmadığını, tembellik etmediğini ya da beceriksiz olmadığını anlatıyorlardı... 18 yaşına vardığınız zaman evlenmeniz ve kendi ailenizi desteklemeniz bekleniyordu sizden. Elbette hayat zordu – ancak o dönemin çocuklarının da daha sert olduğunu düşünüyorum... Gerçekten de öyle olduklarını biliyorum...
*** Belki de zor bir hayat insanı çevresindeki dünyanın zorluklarına daha iyi hazırlamaktaydı... Bunun için acı çekmeniz gerektiğini söylemiyorum... Söylemek istediğim şey, aktif kalmak ve sağlam çalışmaktır... Birkaç yıl önce bir kolej gazetesi için bir makale yazmıştım ve başlığını da “Günümüzün sakat gençliği” diye koymuştum... Bu makalemde, teknolojiye bağımlılığın “yavaş düşünen” ya da “düşünmek için fazla yorgun olan” gençlerden söz etmiştim... Bu makalede doğru düzgün araştırma ve soruşturma yapmak ve gerçeği kendilerince aramak yerine günümüz çocuklarının yanıtları “Google”a sormayı tercih ettiklerinden bahsetmiştim. Teknolojiye bağımlılığın yalnızca yaratıcılığı ve özgün düşünceleri ortadan kaldırmakla kalmayacağını, aynı zamanda zombi tipli bir insan ırkı yaratarabileceğini, bunların da kendi kendilerine düşünmekten aciz olacaklarını belirtmiştim...
*** Birkaç yıl önce yaşlıca bir Kıbrıslı adamla tanıştım, ilkokulu bitirememişti ancak bölmeleri aklından yapabiliyordu. Üç dil konuşuyordu ve gerektiğinde bir motoru tamir edebiliyordu. Aynı zamanda yetenekli bir marangozdu, mobilya üretebiliyordu. Tüm bu becerileri nasıl elde etmiş olduğunu sorduğumda da bana “çok çalışarak” demişti. Bana hayatının her bir gününde çok çalışmak ve öğrenmek için zamanını ve enerjisini kullandığını anlatmıştı... Bu da bana “Ektiğini biçersin” deyişini hatırlatıyor...
*** Her neyse, şimdilerde gençlerin tembel, iyilikten anlamaz ve kolayca canları sıkılan insanlara dönüştüğünden şikayet eden pek çok yaşlıca Kıbrıslı’yla tanıştım. Biliyorum bu biraz sert kaçıyor. Ancak bakınız, Kıbrıslılar, Kıbrıs’ın uzak köylerinde, kanalizasyonu, elektriği ve modern konforları olmayan evlerde yaşadıklarını hatırlıyorlar, zamanlarını geçirmek ve kendilerini eğlendirmek için ellerinde olan tek şey, düşlemleriydi... Şişmanlamaktan veya sıkılmaktan veya üzülmekten kaçınıyorlardı çünkü sürekli dolaşıyorlardı, başkalarıyla kaynaşıyorlardı ve kendilerini meşgul ediyorlardı.
*** Durum şudur bence: Benim kuşağımdan çocukların daha geleneksel ve daha masum çocuklukları vardı, bugünkü çocuklara kıyasla, kaygılanacak daha az şeyleri vardı... Son on ile yirmi yıl içerisinde kaygıdan, sosyal fobi ve depresyondan etkilenen gençlerin endişe verecek derecede arttığını gördüm, buna yalnızlığı ve özgüvenin yok oluşunu da eklemek gerekir... Öğrencilerimin en az yarısı bana bir çeşit akıl hastalığıyla başetmeye çalıştıklarını itiraf ediyorlar... Bazan bunca çok sayıda genci etkileyen günümüzün bu modern salgınının, teknolojiye bağımlılıktan veya doğru düzgün beslenememekten, doğru düzgün eksersiz yapmamaktan, doğru düzgün uyumamak ve temiz hava almamaktan mı kaynaklandığını düşünüyorum...
*** Buna medyanın her gün “dünyanın sonunun geldiği” yönündeki “haberlerinin” eklenmesinin de yardımcı olmadığını belirtmeliyim. En azından Avustralya’da medya “felaket” haberleriyle ve “öngörüleri”yle medyanın herkesi korkutmayı çok sevdiğini eklemeliyim... Düzeysiz gazeteciliğin boyutu gerçekten korkunçtur...
*** Ben yetişirken böylesi “felaket” haberleri neredeyse hiç yoktu ve annemle babamın kuşağı da dış dünyayla ilgili çok daha az şey biliyordu... Bu da bana “cehaletin belki de mutuluk olduğunu”, dünyanın sonunun geldiğini bilmezseniz, daha iyi uyuyabileceğinizi düşündürüyor. Onca çok sayıda gencin kaygılı ve depresyonda olması, bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Kısacası, geçmişte çocukların çok daha sert ve çok daha dayanıklı olduğuna inanıyorum. Hayatın önlerine çıkardığı zorluklarla başetmekte kendilerine daha fazla güvendiklerine inanıyorum, bugünkü çocuklara kıyasla... Elbette bu, yalnızca benim görüşümdür...
(“TALES OF CYPRUS”ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).