Kıbrıslı Türkler modern zamanlara korku ve endişe içinde girdiler. Bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, diğer yandan da modernleşen Kıbrıs’a ayak uydurmakta zorlanan Kıbrıslı Türkler, yirminci yüzyılın başında tam bir korku toplumuna dönüştüler.
Bu korku, günümüzün refah toplumlarında gördüğümüz kaybetme korkusundan farklı bir duyguydu. Kıbrıslı Türkler bir şeye sahip oldukları için değil, bir şey olamadıkları için korkuyorlardı.
Kıbrıs Rum toplumu ile aynı pazarda var olamıyor, rekabet edemiyor, yükselen kapitalizmi adeta “dışarıdan” seyrediyorlardı. Ülkede modernleşme hızı arttıkça, tutunamıyor, eleğin altına düşüyorlardı.
Bir zamanlar “hâkim millet” olan Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlar karşısında güçsüz ve düşkün bir toplum görüntüsü çizmesi, etnik gruplar arası ilişkilerde “üstün” ve “zayıf” tarafların ortaya çıkmasına yol açmıştı ki, bu eşitsizlik iki toplumun ilişkilerini derinden etkileyecekti.
Aynı mekân ve zamanda Kıbrıslı Rumlarla var olmakta zorlanan Kıbrıslı Türkler, Enosis tehdidi ile de karşı karşıya kalınca, İngiltere ve Türkiye’ye yaslandılar ve Helen milliyetçiliğini taklit ederek, adanın Türkiye’ye bağlanmasını talep etmeye başladılar.
Ne var ki bu talep, dönemin ruhuna tersti ve meşruiyetten tamamen yoksundu. 20. yüzyılda insan faktörünü görmezden gelerek bir ülkenin eskiden ait olduğu imparatorluğun devamı olan bir devlete iltihakını talep etmek, ciddiye alınacak bir yaklaşım değildi.
Bunun ciddi bir yaklaşım olmadığını önce sömürgeci İngilizler anladı ve Kıbrıslı Türklere “ayrı self determinasyon hakkı” talep etmeyi salık vererek, bu talep üstünden adanın bölünebileceğini söylediler.
“Taksim’in” “T”si duyulur duyulmaz, “Ya Taksim ya Ölüm” diye yollara düşen Kıbrıslı Türkler, büyük bir heyecan içinde “kaçışa” başladılar.
Taksim bir sığınak, bir korunak olarak anlaşılıyordu. Kıbrıs modernleşmesinin dışına çıkılacak ve modern dünyanın meydan okumalarından kurtulacaklarını düşünüyorlardı.
Taksimin vaat ettiği dünyada ne Kıbrıslı Rumlar olacak, ne başka etnik gruplar, ne rekabet, ne de başka bir şey.
Önce “Türk’ten Türk’e” kampanyaları başladı, sonra Kıbrıslı Türklerin yaşayacağı ayrı bölgelerin haritaları hazırlandı.
Fakat 1974’e kadar pek bir başarı elde edilemedi. “Kaçış”, zihinlerde kök salmıştı ama coğrafyada sadece %3’lük bir başarı yakalanmıştı.
1974’te Türkiye uygun bir konjonktür yakalayarak tanklarıyla Kıbrıs’a girdi ve Kıbrıslı Rumları silah zoruyla yerinden ederek %3’lük mekânı %37’yi çıkardı. Kıbrıslı Türklerin “kaçışı” artık doruk noktasına ulaşmıştı. Ülkenin üçte birinden fazlası, Kıbrıslı Türklerin sığınağı, korunağı olacaktı.
Derhal harekete geçildi ve sığınağın etrafı Türk bayraklarıyla çevrildi.
İçine dünyanın giremeyeceği kocaman bir “korunak” yapıldı.
Kıbrıslı Türkler artık bu sığınakta yaşayacaklardı.
Zaman içinde, Kıbrıs’tan kaçışın dünyadan kaçış, daha da önemlisi kendinden kaçış anlamına geldiği anlaşıldı ama bu durum, korunaklı bir yaşam sürdüren Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğunu pek rahatsız etmiyordu. Ne de olmasa, kendilerine ait olmayan malların ve mülklerin sahibi olmuşlardı ve dünyanın dışında kalmak, hukukun dışında da olmak demekti.
Kısacası, dünyanın dışında kalmak bir biçimde işlerine geliyordu.
Fakat hesaplarda küçük bir yanlışlık yapıldı: Ülkeden kaçış, kendinden kaçış anlamına geliyordu. Dışarıda kalmak, hiçbir zaman özne olamamak demekti. Türkiye’nin desteğiyle Kıbrıslı Rumlara karşı “özne” olmuşlardı belki ama kendi için özne olamamışlardı.
Yüzyıllık bir kaçıştan sonra, 21. yüzyılın başında bunu anlar gibi oldular ve Kıbrıs’tan kaçışın yerine, Kıbrıs’a kaçış eğilimleri baş göstermeye başladı.
Fakat bu sefer de karşılarına, kendilerini korumaya alan “sığınak-bekçileri” dikeldi.
Ve tarihin bu aşamasında yeni bir agon (mücadele) biçimiyle karşı karşıya kaldılar. Sığınaktan çıkıp Kıbrıs’la ve dünya ile birleşme mücadelesidir bu.
Ve bu mücadeleden başarıyla çıkarlarsa, özne olacaklar, kaybederlerse kaybolup gidecekler...