Tufan Erhürman
Kundera, Perde’de, bana son derece önemli görünen bir soru sorar: “Şimdi kim daha delidir, akıllıyı öven deli mi, yoksa delinin övgüsüne inanan akıllı mı?” (Milan Kundera, Perde, çev. Aysel Bora, İstanbul, Can Yayınları, 2006, s. 106)
Soru önemlidir, çünkü derinlerinde “ölçüt sorunu”nu saklar. “Sosyal hayvan” için takdir edilmek, alkışlanmak, övgüye değer bulunmak bir ihtiyaçtır. Bilimde, sanatta, siyasette, bir ürün ortaya koyacağım diye canını dişine takan, gecesini gündüzüne katan açısından daha da büyüktür bu ihtiyaç çünkü verilen onca emeğin karşılığının ancak böyle alınabileceğine inanılır.
Günümüzde “ölçüt sorunu”, genellikle, çoğunluğun her zaman haklı olduğu ön yargısıyla aşılmaya çalışılır. Dahası kimilerine göre bu, bir ön yargı değil, demokrasinin tezahürüdür. O halde, ürettiklerinizden hoşlananların sayısının artması, yaptığınız işin iyiliğini, güzelliğini tescilleyecektir. Ürettiklerinizi beğenenlerin sayısı azsa, yaptığınız iş, iyi ya da güzel değildir demektir.
Oysa modern toplumun bugün vardığı evrede kullanılan bu ölçüt ciddi biçimde sıkıntılıdır. Çünkü kitle iletişim araçlarının olağanüstü canlılığının da yardımıyla bugün, en geniş kitlelerin hoşuna gitmek, onlar tarafından beğenilmek ve takdir edilmek ancak herkesin duymak istediğini doğrulamakla, basmakalıp fikirlerin hizmetinde olmakla mümkündür. Bu durumda takdir edilmek isteyen bilim insanının, sanatçının, siyasetçinin kalabalığın vasatına inmekten, durmadan “kitsch”i üretmekten başka şansı yoktur. Kundera’ya göre “kitsch sözcüğü, ne pahasına olursa olsun mümkün olduğu kadar geniş kalabalıkların hoşuna gitmek isteyen kişinin tavrını gösterir... Kitsch, basmakalıp fikirler budalalığının güzellik ve duygu diline çevrilmesidir” (Kundera, Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, İstanbul, Can Yayınları, 2005, s. 179-180).
İşte başlıktaki “soru”nun gündeme getirdiği “ölçüt sorunu” modern dünyada tam da bu noktada salataya dönmektedir. Üreten bir yandan iyiyi, güzeli üretmek, diğer yandan takdir edilmek, övgüye değer bulunmak istemektedir. Modern dünya, bu iki “yan” arasındaki gerilimi ikisini bir kılarak gidermeye çalışmaktadır. Bu durumda, “takdir edilen, övgüye değer bulunan iyi ve güzel olandır”. O halde ölçüt bellidir: Ne kadar çok alkış alırsanız, o kadar iyi ve güzel bir iş yapmışsınız demektir!
Bu iddia üzerinde biraz düşünülürse, topluma ilişkin bir ön kabulü bağrında taşıdığı görülecektir. Toplumdaki çoğunluğun takdir ettiği ve övdüğü iyi ve güzelse, bu, toplumun “iyi”yi ve “güzel”i ayırmakta doğru ölçütleri kullandığı anlamına gelir. Oysa en azından Kıbrıs Türk toplumu açısından bakarsak, hemen hemen herkes, çok ciddi bir yozlaşma sürecinden geçtiğimiz kanaatindedir. Bu durumda, bu “yozlaşmış” toplumun “iyi”yi ve “güzel”i ayırt edecek ölçütlere sahip olduğu bu kadar kolay ileri sürülebilir mi? Böyle bir soruya yalnızca bir şartla “evet” denilebilir. Eğer yaşanan yozlaşmanın tek sebebinin ülkeyi yönetenler olduğunu, giderek, yalnızca yönetenlerin yozlaştığını, toplumun geri kalanın hala bilgeliğin, ahlakın, iyinin ve güzelin kaynağı olduğunu savunursanız, içinde mantıksal sorunlar bulunmakla birlikte, hem yozlaştığımızı, hem de iyiyi ve güzeli ayırt edecek ölçütlere hala sahip olduğumuzu, aynı anda ileri sürebilirsiniz.
Toplumun geri kalanıyla ülkeyi yönetenler, siyasetçiler arasında bir ayrım yaparak, birinci grubu her türlü melanetin, ikinci grubu da her türlü iyiliğin/güzelliğin kaynağı olarak göstermek, akademik anlamıyla popülizmin en bilinen ve tüm yazarların üzerinde birleştiği özelliğidir. Oysa toplumu bu biçimde geçişkenliği ve birbiriyle iletişimi olmayan kompartımanlara ayırmak herhalde doğru olmasa gerektir. Yöneticilerini ve temsilcilerini seçimle belirleyen bir toplumda, bu kişileri toplumun geri kalanından kalın çizgilerle ayırmak kolay, hadi daha açık söyleyelim, mümkün değildir. Bu durumda popülizmin rahatlatıcı ancak gerçekle ilişkisi tamamen kopmuş yastıklarına uzanarak hayal kurmak niyetinde değilseniz, belki de yukarıdaki “ölçüt”ü tam tersine çevirmek ve öyle okumak en doğrusudur. Eğer iddia edildiği gibi yozlaşmışsak, alacağınız alkışın miktarı arttıkça, “iyi”ye ve “güzel”e daha fazla yaklaşmanız değil, aksine onlardan uzaklaşmanız söz konusu olabilir ancak.
Bu bağlamda, ürettiklerinizi değerlendirirken kullanacağınız ölçüt aslında başka bir konuda vereceğiniz kararla da fena halde ilintilidir. Ortada bir yozlaşma bulunduğunu tespit ediyorsanız, bir şeyleri değiştirmek durumundasınız. Eğer yozlaşmanın tek kaynağı, dahası yozlaşan tek grup ülkeyi yönetenler ve siyasetçiler ise çözüm elbette onları değiştirmekten geçer ki bu çok da zor bir iş olmasa gerektir. Oysa ülkeyi yönetenlerin ve siyasetçilerin de doğal olarak dahil olduğu koskoca bir toplumun yozlaştığını düşünüyorsanız, işiniz hiç de kolay değildir. O zaman çok daha uzun erimli ve meşakkatli bir süreç beklemektedir sizi. Elbette ülkeyi yönetenler ve siyasetçiler değiştirilmelidir ancak onlarla birlikte herkesi bu değişim projesinin kapsamına almanız gerekir. Ve elbette böyle düşündüğünüzde bu karar doğrultusunda üreteceklerinizin çok büyük kalabalıklarca alkışlanması beklenmemelidir. Çünkü kalabalıklar değişim istese de, değişmeyi istemeleri hemen hemen hiçbir zaman söz konusu değildir!
Buradan birinci paragraftaki soruya dönmek gerekir. Bir deli, akıllının yapıp ettiklerini överse, bu onun adına sevinilecek bir şeydir. Çünkü bu davranış, akıllının yaptıklarının iyi ya da güzel olduğunun fark edilmesi ihtimalini taşır bünyesinde. Ama bir delinin övgüsüne inanan/sevinen “akıllı”nın durumu farklıdır. Eğer yeterince akıllıysa, kendisini övenin değerlendirme yapmak için ihtiyaç duyduğu ölçütlerden yoksun olduğunu bilmesi gerekir. Bu bilgi onu delinin övgülerini ciddiye almamaya, hatta bu tip övgülerle karşılaştığı zaman kendinden şüphe duymaya yöneltmelidir. Kısacası, delinin övgüsüne inanan akıllı deliden daha mı delidir bilinmez ama buna inanmasının “akıllı”lığını sorgulanır kıldığı açıktır.
Bu soruyu, “deli-akıllı” gibi çarpıcı ve tahrik edici bir dikotomi üzerinden şekillendirmek gerekmez illa ki. Aynı soru “vasat” sözcüğü kullanılarak yeniden sorulabilir: Kim daha vasattır? Vasat olmayanın ürettiklerini öven vasat insan mı, yoksa vasat insanların kendisini övmesine sevinerek, sırf bu sebeple iyi/güzel bir şeyler yaptığına inanan “vasat olmadığı iddiasında olan” üretici mi? Sanırım bu soru üzerinde ciddi biçimde düşünmekte yarar vardır!