“Ben bir başkasıdır” diyordu Arthur Rimbaud. Fakat bu “başkası” kimdir? Ya kendine bu denli yabancı olan “ben”, kimin nesidir?
Söz konusu insan olunca, bu sorulara cevap vermek hiç kolay değildir. Bunlar ezelden beri sorulan ve yanıtları aranan sorulardır. Örneğin Alexis Carrel’in “L’Homme cet inconnu”, yani “Bilinmeyen İnsan” adlı kitabı 1935 yılında yayınlandı. Yine aynı yıllarda Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, “Ben, kendi evinde efendi değildir” diyordu ve insanın kendisine “yabancı” olduğunu belirtiyordu. 1919 yılında “Tekin Olmayan” üzerine yazdığı yazıda da “yabancının dışarıda değil, içimizde olduğunu” söylüyordu ve bununla kendi bilinçaltımızı kast ediyordu. Freud, o dönemde Afrika’nın az bilinen bir kıta olmasından hareketle, insanın “içindeki Afrika” yani en büyük bilinmeyen kendi bilinçaltıdır” diyordu.
Gerçekten de insanın bilinçaltı süreçlerinin, savunma ve saldırma mekanizmalarının kaynağına ulaşmak, bunları bilinç düzeyine çıkarmak kolay değildir. Bilinçaltında cereyan edenler, Ben ve Üst-Benin gerilimli ve çatışmalı ilişkileri, Beni kendi evinde yabancı kılıyor.
Bir gerilim alanı olarak insan rasyonel, bilinçli bir varlık olduğu kadar, irrasyonel ve mitos üreten de bir varlıktır. Özellikle ölümün kaçınılmazlığının bilincinde olması –ki bu insanları hayvanlardan ayıran en temel özelliklerden biridir- insanı türlü türlü yanılsamalara yönlendirir. Ölümle baş edebilmek için tarih öncesinden beri ölümsüzlüğü arayan insan mitoslar ve dinler yaratmıştır. Yine de varoluşu kaygılarının sırrına erişememiş, kendi içinde huzuru ve barışı bulamamıştır.
Çünkü insan çelişkilerle dolu bir varlıktır. Hem yaratıcı hem de yıkıcıdır. Medeniyet kurucu ve medeniyet yıkıcıdır. Bir yandan egosunun esiri iken, diğer yanda da bir toplum içinde yaşamaya ve uyum sağlamaya mecburdur.
Hegel, insanın “doğaya en yakın olduğu yer, toplumdur” diyordu çünkü insan toplumdan soyutlanmış bir varlık olarak var olamaz. Fakat toplum içinde yer almak, doğayla sakin bir şekilde baş başa kalmaya benzemez! Bilinçli bir varlık olarak insan, ancak başka bilinçli varlıklar tarafından tanındığı zaman kendisi olabilir. Bu da bitmeyen bir gerilim alanıdır. Tam da bu yüzden “yabancı” olmadan, bize tanınma bahşeden birileri olmadan kendimiz olamayız. Tıpkı içimizdeki yabancıyı bilinç düzeyine çıkarmadan kendimiz olamayacağımız gibi...
İnsanın dışarıdaki yabancı ile ilişkisinin karmaşıklığı, kendisi ile ilişkisinin karmaşıklığından bağımsız değildir. Dışarıdaki yabancıya karşı beslediğimiz korkular ile kendi içimizde beslediğimiz korkularımız arasında sağlam bir bağ vardır. Çoğu zaman içimizde yüzleşemediğimiz kendi korkularımızı dışarıdaki yabancıya yansıtıyoruz. Nitekim ünlü sosyal psikolog Arno Gruen, yabancı düşmanlığını şöyle tanımlıyor: “Yabancılara duyulan nefretin daima insanın kendisine duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. Eğer insanların neden başka insanlara acı çektirip onları aşağıladıklarını anlamak istiyorsak, önce kendi içimizde tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız; çünkü bir başkasında gördüğümüzü sandığımız düşmanı ilk olarak kendi içimizde aramamız gerekiyor. İçimizdeki bu parçayı, bize onu hatırlatan yabancıyı yok ederek susturmak isteriz.”
Gelgelelim, insanın kendi içindeki yabancıyı tanıması hiç kolay değildir. Sigmund Freud’un psikanalizi kurmasından yaklaşık otuz yıl önce Mathew Arnold bir şiirinde şöyle diyordu:
“Neler hissettiğimizi söylediğimiz o yüzeysel görünüşün ardında
Neler hissettiğimizi zannettiğimiz o fırtınanın arkasında
Sessiz, karanlık ve derin bir ırmak akmaktadır.
Aslında esas hissettiğimiz de odur.”
Gerçekten de “sessiz, karanlık ve derinden akan o ırmakla” tanışmadan kişinin kendini tanıması, “içindeki Afrika’yı” keşfetmesi mümkün değildir.