Hakkı Yücel
Geçtiğimiz hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ‘anadilde savunma’ konusu görüşülürken, Cumhuriyet Halk Partisi adına konuşma yapan İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler’in söyledikleri, siyasi gündeme oturdu ve hâlâ devam edegelen tartışmaları başlattı. Güler’in konuşması sırasında kurduğu “Türk ulusu ile Kürt milliyetini eşit ve eşdeğer gösteremezsiniz” cümlesine içkin ırkçı yaklaşımın tetiklediği bu tartışmalarda ‘kimlik’ başta olmak üzere, ‘ulus’, ‘milliyet’ gibi kavramlar bir kez daha öne çıktı. Bu kavramlara yüklenen anlamlar, siyasal-toplumsal olarak işlevleri, bugün itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en temel sorunlarından birisi olan ve çözümü yönünde de kayda değer gelişmelerin yaşandığı ‘Kürt Sorunu’ ekseninde farklı kesimlerce dillendirildi..Bu arada, Kürt milletvekili Sırrı Sakık’ın, Güler’in şahsında ulusalcıların ayrımcılık gözeten çatışmacı-ırkçı yaklaşımlarına yönelik eleştirilerde bulunurken, “Balkanlardan gelen Boşnaklarla Kafkaslardan gelenler bu ülkenin gerçek sahipleri değillerdir, haddinizi bilin” yollu bir karşı cümle sarf etmesi ise, ‘kimlik’ eksenli siyasal-toplumsal hareketlerin ne denli bıçak sırtı olduğunu ve karşıtına dönüşme riski taşıdığını ortaya koyması bakımından da dikkat çekiciydi. Kimlerin ayrı ayrı neler söyledikleri bir yana, bu tartışmalarda bir kez daha açığa çıkan gerçeklik, modern ulus-devletlerin ‘kimlik’ temelinde yaşadığı çıkmazlardı. Bir başka ifadeyle kendinde içkin farklı etni, dini, kültürel kimlikleri tek bir etnik kimliğin hegemonyası altında baskılayarak homojen bir millet yaratma tahayyülüne dayalı ulus-devletin, günümüz dünyasında bu konumunu artık muhafaza edemeyeceği idi.Türkiye Cumhuriyeti Devleti kapsamında yaşanan Kürt Sorunu da bir bakıma bunun bir kez daha tesciliydi.
Şunu hatırla(t)mak gerekir ki bu sorun, uluslaşma ve ulus-devletleşme sürecini yaşayan modern dünyanın tümüne şamildir. Şu farkla ki, özellikle demokrasi sorunu yaşayan coğrafyalarda ulusun ana eksenini teşkil eden etnik kimliğin bu kapsam dışında kalan (alt) kimlikler üzerindeki hegemonyası çok daha otoriter ve baskıcı bir mahiyet arz ederken, bu ilişkiyi hukuki-siyasi sınırlarını çizerek ‘anayasal vatandaşlık’ üzerinden tesis eden coğrafyalarda görece sorunsuz olarak gerçekleşmiştir. Ancak hangi biçimde olursa olsun, son kertede ‘kimlikler’ arasında bir hiyerarşi oluşturulmuş, bu hiyerarşik yapılanma içinde ulus devletin hâkim etnisitesi (ulusal kimliği) ile bunun dışında kalan kimlikler arasındaki ilişki, son kertede üsttekinin alttakine baskın çıktığı bir işlerlik kazanmıştır.
Hâkim etnisitenin alttakilerle onları kendi içine alarak (asimile ederek), kendisine benzeterek (entegre ederek) ya da gerektiğinde şiddete başvurak sürdürdüğü bu ilişki biçimi yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar devam etmiş, yüzyılın sonu itibarıyla ekonomik-siyasal-toplumsal-kültürel ölçekte yaşanan ve evrensel boyutta yansımaları olan gelişmeler, hem bu yerleşik yapıyı ve hem de onun zihniyet dünyasını sarsmaya başlamıştır. Bir başka ifadeyle ulus-devletin ve ona denk düşen etnik homojenizasyona dayalı ulus anlayışının kendinde içkin kimliklere giydirdiği modern siyasi-kültürel-ideolojik elbise bu yeni dönemde artık dar gelmeye başlamıştır. Nitekim hiyerarşik bir tasnife tabi tutulan ve bu tasnifte alta yerleştirilerek üsttekinin baskısına maruz kalan kesimler şimdiden sonra, bir yandan bu ayrıma karşı çıkarlarken, bir yandan da kimlikler arasındaki yerleşik hiyerarşik ilişkiyi bir ‘eşit ve eşdeğerler’ ilişkisine dönüştürmek yolunda taleplerde bulunmaya, bu bağlamda siyasal-toplumsal bir irade sergilemeye ve bunun mücadelesini vermeye koyulmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun İslamın hâkimiyeti altında olsa da, idari anlamda uyumlaştırma ve denetim altında tutma becerisi gösterdiği ‘çok milletli’ heterojen yapısından geriye kalan ve bu çoklu heterojen yapıdan, ‘Türk’ etnik kimliği temelinde homojen bir ulus devlet olarak kurgulanan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kurulduğu günden itibaren, imparatorluğun bakiyesini ihtiva eden ‘çok kimlikli-kültürlü’ demografik yapısı nedeniyle sorun yaşamıştır. Öyle ki bu süreçte (Türk Modernleşmesi), ‘Türk’ kimliğinin esas alınması ve bu kimlik üzerinden homojenizasyonun temin edilme çabası, bir bakıma modernleşmenin gereği olarak, ‘laiklik’ ve ‘milliyetçilik’ ilkelerini öne çıkarmıştır. Sonuç itibarıyla bu demografik yapı içinde yer alan ve bu coğrafyaya ait olan, ancak hâkim laiklik tanımı dışında kalan İslamla yine hâkim milliyetçilik anlayışının dışladığı diğer etniler (Rum-Ermeni-Yahudi) ‘alt kimlikler’ kategorisine indirgenmiştir. Bu durum ise tepede ‘Türk’ kimliğinin altta ‘öteki’ kimliklerin yer aldığı bir hiyerarşi yaratmış ve oluşturulan ulus devlet kapsamında, siyasal-toplumsal-kültürel ilişkiler bu hiyerarşik ilişki biçimi üzerinden sürdürülmüştür. (CHP milletvekili Güler’in “Türk Ulusu ile Kürt milliyetini eşit ve eşdeğer gösteremezsiniz” derken ima ettiği bu hiyerarşik yapılanma olsa gerektir ve burada ulusun asli unsuru -üst kimliği olarak- Türk ve altta da buna asimile ya da entegre olduğu oranda kabul görecek olan diğer -alt- kimlikler yer almaktadır)
İlginç olan şudur ki, konjonktürel gelişmelerin de katkısıyla bu geleneksel yapıda bir kırılma yaşanmış, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ideolojisinde yer alan ‘laiklik’ ilkesinin yakın döneme kadar sistem dışında tuttuğu ve ‘alt kimlik’ muamelesine maruz bıraktığı ‘İslami kimlik’, bugün itibarıyla, kurucu cumhuriyet fikriyatını değiştirecek ve kurucu zihniyet temsilcilerinin sistem üzerindeki vesayetini ortadan kaldıracak kertede güç kazanarak iktidar konumuna gelmiştir. Bir yanıyla demokratik bir dönüşümü ifade eden ve fiiliyatta da, gerek Türkiye’nin AB’ye katılım sürecine hız kazandıran ve de bunun gerektirdiği açılımları sergileyen adımların atılması yönünde, gerekse azınlık haklarının yeniden düzenlenmesi ve kültürel kimlik taleplerinin karşılanması bağlamında görece bir ilerlemenin yaşandığı bu süreç; aynı anda ‘Sunni İslami Kimliği’ni ana eksen alan ve siyasal-toplumsal ilişkiyi buradan yürüten hiyerarşik bir anlayışı sergilemekten, bir başka ifadeyle süreci ters yüz etmekten de geri kalmamıştır. Öyle olsa da, denilebilir ki, dış ve iç konjonktürel gelişmelere göre birbiriyle yer değiştirerek seyreden bu paradoksal ikili süreç, son kertede farklı kimlikler-kültürler arasındaki ilişkiyi baskıcı ve çatışmacı mahiyet içeren hiyerarşik bir ilişki olmaktan çıkaran, onun yerine diyalog, iletişim ve iknaya dayalı ‘eşitler ve eşdeğerler’ ilişkisi zemininde birarada var olmayı dayatan ve nihayet ortak irade tesisi yönünde niteliksel dönüşümü kaçınılmaz kılan bir seyrin izlenmesinin gerekli olduğu gerçeğini günden güne daha aşikâr kılmaya başlamıştır.
Modernleşme sürecini geniş zamana yayarak doğal seyri içinde tamamlamış Batı demokrasilerinde bir ‘vatandaşlık krizi’ halinde açığa çıkan; aynı süreci doğal bir seyirden ziyade, otoriter ve müdahaleci bir anlayışın denetimi altında yaşıyan coğrafyalarda -Türkiye bunlardan birisidir- çatışmacı ve inkârcı mahiyet arz eden bir biçimde açığa çıkan ‘kimlik krizi’nin aşılması, köklü bir zihniyet dönüşümünü, buna denk düşecek entelektüel derinliği ve siyasal-toplumsal seçenekler oluşturacak yeni alanların yaratılmasını gerektirmektedir. Bunun meşakkatli ve kırılgan bir süreç olacağı aşikârdır. Bu süreçte ‘kimlik’ ekseninde sergilenecek siyasal-toplumsal taleplerin ‘milliyetçi reflekslere’ dönüşmesi ve ‘karşı milliyetçi’ bir mahiyet kazanması ne kadar kolaysa, buradan geliştirilmesi mümkün siyasal-toplumsal hareketlerin hegemonik olanın hükmünü sürdürmek adına ‘mikro milliyetçilik’ suçlamasıyla karşı karşı kalmaları da o kadar kolaydır..
Bugün itibarıyla gözetilmesi gereken ‘kimlik’lerin tamamlanmış, sınırları mutlak, içine hapsolacağımız, kutsayarak sahipleneceğimiz hiyerarşik ilişki zemininde anlam bulan kategoriler olmadıkları; tam aksine ‘öteki kimlik’lerle karşılıklı etkileşim ve diyalog içinde olacağımız, ‘eşitler ve eşdeğerler’ ilişkisi içinde yeniden üreterek geliştireceğimiz, ortak irade tesis etmeye çalışacağımız ucu açık kategoriler olduklarıdır.
Yarının dünyası bu meşakkatli yoldan geçerek kurulduğu oranda barışın ve huzurun hâkim olacağı bir yer olabilecektir.