Kırmızı battaniyenin gölgesinde

Cenk Mutluyakalı

Pataniya” desek daha yerinde olacak, “battaniye” sanırım bu öyküde eğreti duracak.
Soğuk savaş yıllarının adaya taşınan sıcak objesi, o siyah çizgili, kırmızı, İngiliz kumaşı, sıcacık pataniya!
2’nci Dünya Savaşı’ndan Kıbrıs’a hatıra kalmış.
Örtmüş günlerce korkunun üzerini, yoksulluğu kuşatmış.

***
Kıbrıslıların birbiriyle değil, birlikte, İngiliz Ordusu saflarında savaştığı seneler… 1 Eylül 1939’da ilk bombalar patladığında kimse böylesi bir zulmü ve vahşeti hayal dahi etmiyordu. 50 milyondan fazla insan öldü 6 senede ve bununla dahi yüzleşti insanlık, yaralarını sardı.
İşte bu savaşta, otuz bine yakın Kıbrıslı da vardı.
“Tek açık iş sahası askerlikti, günde 12 kuruşa askere kayıt yapılırdı” diye anlatırdı bir dönem anılarını dinlediğim insanlar…
Çoğu katırcıydı.

***

Adalıların boyu uzadı giderek, ufku genişlemedi!
1 metre 65 santimmiş boylarımız ortalama ve o nedenle, İngiliz Kızılhaçı, böyle üretmiş battaniyeleri, adaya dağıtmış. Onca evin sandığında durmuş senelerce, eskimeden, Türkçe ya da Rumca ninniler söylenen yataklara uzanmış. Seneler seneler sonra usta ressam, büyük sanatçı Emin Çizenel’in düş’ünden içimizi ısıttı, yeniden.

***
“Raşon” derdi eskiler böylesi yardımlara...
Şimdi siyasi bir “racon”a dönüştü ya!

***
1945’te değil, 2020’deyiz.
Savaş oyuncaklarının ısıttığı Akdeniz’in kıyısında, maskeli bir ifadeyle bakıyor Afrodit ve sırtında, bir sömürgeciden ötekine sırnaşan, savaştan kalma al bir battaniye var.
Korkuyoruz!
Elimiz kolumuz kesik, dünya savaşlardan yoruldu, biz, barışamamaktan…
Evet, halen korkuyoruz, gelecekten…
 


“Sömürgecilerin, hem seven,
hem döven kucaklamaları”

Emin Çizenel’in kendisine sordum, 17’nci Kıbrıs Tiyatro Festivali afişinde yeniden karşımıza çıkan hem kırmızı battaniyenin, hem de tasarımın öyküsünü…
“Benim kuşağımın hepsine aşina bir obje. Hepimizin en yakınında, yatağımıza girmiş, ısıtma durumu yüksek, sıcak, koruyucu ve sağlam bir savaş eşyası… 1987'de ‘Sömürge Dönemi İmgeleri’ ana başlığı ile üretilmiş bir dizi resmimin ana elemanı olmuş bu obje artık etraflarda pek yok. Yaşlı insanların eski eşyaları arasında ya da yataklarının altında duruyor olabilir. 1987 Fluxus gallery'de açtığım sergiden sonra, birçok insanımız bir yerlerde duran bu battaniyeleri getirip bana hediye etmeye başlamışlardı. Şimdi benim en değerli eşyalarım arasındalar. 17. Kıbrıs Tiyatro Festivali afişine gelirsek… Fonda majestik Akdeniz. Her çağın baş döndürücü yaşam sahnesi. Afrodit, kesik başının yerine, her daim başka portrelerle kimlik oluşturacak bir MİTOS. Ama hep sahne almış, katmanlaşmış Akdeniz’in libidosu. Sahnesini biz kurarken egomuzu da şişiren bir fenomen. Maskesi bir Venedik çağrışımı... Sömürgecilerin, hem seven, hem döven kucaklamaları, metaforik olarak bir kırmızı battaniyede simgeleniyor…”
 



Bir roman… Ve Kral

Kıbrıslı Türk edebiyatında şiir öne çıkar. Adanın sınırlarını aşmış, söz ustalığının Akdeniz damarında Türkçe dilinin iyileri arasında gördüğüm Kıbrıslı şairler sayabilirim. Şiir tamam da roman geleneğinde sıkıntılıyız. Öyle “başucu kitabı” diyeceğimiz klasikleşmiş, unutulmaz kaç romanımız var? Evet, roman başka bir dil, yaratıcılık istiyor, sanırım biraz da ustalık mertebesi.
Zeki Erkut, yazın yolculuğunda cesaretli bir tavırla romana yoğunlaşıyor.
Khora Yayınları’ndan gün yüzüne çıkan “Jans Mans Sokağı Çocukları” ilk romanıydı ve daha ilk adımda, kendi dilini, kurgusunu, yaratıcılığını hissettirdi, kendini de yayınevini de mahcup etmedi.
Kıbrıs’ın unutulmuş çok kültürlü sokaklarında, okurunu bir dut ağacının gölgesinde çocuklaştıran yazar, “Kral” romanında bu kez ağır bir melankoliyle karşımıza çıktı.
Elbette pek çok yazarımız gibi o da yaşadığı coğrafyadan, kendi kuşağının derin yarılmalarından ve hepimizi sarmalayan yozlaşmadan, yabancılaşmadan, değersizleşmeden etkileniyor.
Leymosun’dan Girne’ye göç etmiş bir müzisyenin öyküsü, “Kral”… Bir Leymosonlu olarak “Kral”ı okumak kendi içimde pek çok çelişkiyi de uyandırıyor. İlk sayfadan itibaren her karakter ya da eylemi, tanıdığınız biriyle özdeşleştirmeye çalışıyorsunuz. Oysa sayfalar ilerledikçe görüyorsunuz ki, aslında, hayatın içerisinde bir yanı hep eksik ya da bir yanı hep samimiyetsiz kalmış o kadar çok “Kral” ve bir o kadar da “kraldan çok kralcılar” var ki!
Kıbrıslı Türklerin hüzünlü öyküsüdür, Kral… Bir şehirden ötekine “göç”le anlatılmayacak kadar derin izler bırakan savaşın, hazmedilmemiş onca arada kalmışlığın ayak izidir. İnsanların özgürleştiği yanılsaması içinde aslında tutsaklaştığı bir yerde, tam da tutunamayanların hüznüdür.
“Kral”ı okuyunuz. Zeki Erkut’un duygusal dilini sevecek, düşünecek, belki yeni bir iç hesaplaşma yaşayacak ve hüzünleneceksiniz.
 



“Düş yeniden toprağa düşer elbet”

Tiyatro Festivali’nden sözü açmışken…
17. Kıbrıs Tiyatro Festivali kataloğunda Aliye Ummanel, yine çok güçlü ifade etmiş, huzursuz rüyalar içindeki hallerimizi…
“Hiçbir şeyin olduğu gibi görünmediği, hiçbir görüntünün aslını yansıtmadığı bir dünya”dan söz ediyor.
Buraları anlatıyor aslında.
Memleketin hazin yarısını, hüzünle anlatıyor…
“İki insan arasındaki dinleme ve kendini anlatmadan ibaret en saf bağ bile yok olalı çok zaman geçti…”
İnsan kendini öldürdü.
Gerçek öldü.
Dil öldü.
Derinleşme ihtimali öldü…
“Dostluğun, aşkın, her türlü bağın, kişiliğin, bilginin…”
Evet evet…
“Uzayıp gider leşlerin dizildiği bu mezarlık ve tümünün toplamı insanın kendisinin ölümü…”
Ve…
“Kimsenin masum olmadığı bir yerdir varılan…”