Kırmızı çadır, cami yarasası ve cinsiyetçiliğe dair

Neşe Yaşın

 


Kudüs’te 1995 yılında katıldığım Uluslararası Şairler Festivali sırasında Massada’ya gitmiştik. Kalıntıları dolaşırken rehber bir bölmede durmuş ve adet kanaması gören kadınların o bölümde toplumdan izole edildiğini söylemişti. Orada büyülenip kaldığımı hatırlıyorum. Demek  “Kırmızı Çadır” orasıydı. Yakub’un karılarının, kadınların mekânı... Ev arkadaşlığı yapmış kadınlar bilirler. Kadınlar regl dönemlerinde birbirlerine gizli işaretler gönderirler ve regl tarihleri birbirine yaklaşır. Sonuçta aynı evde yaşayan kadınlar aynı günlerde regl olmaya başlarlar. Bu geçmişten beri süregelen bir kadın dayanışmasıdır; eniştelerden korunma meselesi... Saray’daki haremde de kırmızı zamanlar yaşandığı kayda geçmiştir. Massada’daki kadınlara da mutlaka böyle oluyordu. Hep birlikte oraya doluşuyor ve belki de bir kadınlık kutlaması gerçekleştirip hiç bir şey yapmadan, yiyip içip kadınlık meselelerini konuşuyorlardı. O zamanlar ne pet ne tampon sanayi, ne de mavi mürekkepli reklamlarda beyaz şort giyip voleybol oynayan kadınlar vardı. Ama adet kanamasının hala dünyanın en önemli tabularından biri olması da ta o zamandan başlamış olmalı.
Memleketlimiz (Bir zamanlar Medar-ı İftiharımız diye bir şey vardı!) Tracey Emin, galerinin orta yerine yatağını kurup, lekeli çarşaflar, kanlı iç çamaşırlarını sergilerken belki de Kırmızı Çadır’ın intikamını alıyordu. Kendi kırılganlığını ortaya koyma gücü onu Turner ödülünün kısa listesine götürebilmişti. Kusursuzluğun baştacı edildiği İngiliz toplumunu şok etmiş, daha sonra yattığı erkeklerin adlarını sergilediği enstalasyonu ile de bazı tutucu çevreleri çileden çıkarmıştı.( O yüzden herhalde Kıbrıs’ta da Hüseyin Çağlayan kadar Medar-ı İftiharımız olmuyor. Hem kadından da pek olmaz bu...)
Türkçeye çevrilmiş olabilir mi diye baktım ama İnternette bulamadım... Geraldine Brooks’un Nine Parts of Desire ( Arzunun Dokuz Parçası) adlı Müslüman Kadınların Gizli Dünyası alt başlıklı incelemesini Niyazi, bir doğum günümde hediye etmişti. Kitapta, Hazreti Muhammet’in evinde yaşananlara dair hikâyeler de anlatılıyor. Hatta Brooks yüzyıllardır Müslüman kadınların başına gelenlerin o evde yaşanan bir anlamda “soap opera”(popüler TV dizisi diye mi çevirmeli?) diyebileceğimiz hikâyelere, kadınların arasındaki kıskançlığa,  onların gizli gücünün yarattığı rahatsızlığa bağlıyordu. Peygamberin ölümünün ardından kadınların kara kaderi de çizilmişti. Bana hem eğlenceli hem de dokunaklı gelmişti bu hikâyeler.
Bu sabah, birden feminist bir ruhla uyandığım için kadın dergilerinin sayfalarına bile biraz mahcup biçimde sıkıştırılan dünyanın bu son tabusuyla ilgili yazmak istedim. Dünya başka türlü kanarken bu da nereden çıktı denebilir doğallıkla. Ama hiçbir kanama diğerinden bağımsız değildir. Sonuçta kelebek etkisi diye bir şey var. Bir kırmızı çadırdan büyük bir savaş bile çıkabilir. Yeryüzünde her şey ve her mesele aynı derecede önemlidir diye iddia edilebilir pekâlâ.
Kadınların deneyiminin, onların yazılmamış tarihinin ne denli önemli olduğunu kim yadsıyabilir?
Benimki belki de hayatla bir inatlaşma. Kolejin dördüncü sınıfındayken, birden bize yabancılaşıp başka boyutlara, şifreli konuşmalara geçen erkek arkadaşlarımız, şimdi ülkenin efendileri de olmuşlar. Her biri birer köşe kapmış. Bizler de o yıllarda önemli deneyimler yaşamış onlar gibi dışa vuramadan içimize kapanmıştık. Bizleri evlenip onlara bakmaya onları ise büyük adamlar olmaya hazırlayan sistemin içindeydik. Onlardan ayrı bir bölmede beyaz şortlarla zıplayıp takla atmayı becermediğimiz için ideal Türk kadını beden eğitimi öğretmenimiz popomuza şaplak vurup “Siz nasıl çocuk doğuracaksınız?” diye bağırmaktaydı.
Kimileri hala o ergenlik çağı huzursuzluklarını ve sululuklarını atlatamamış gibi... Faşizmin doruklarından kara gözlüklerle bakarken testosteronlu dondurmalarını yalıyorlar. Bir kadınlar günü konuşmamı “Ben dörtnala gidiyorum yazının atıyla efendiler size iyi tacizler dilerim” diye bitirmiştim ama bazı gazeteleri her görüşümde o zamanlar terk edilmiş Haydarpaşa caminde buldukları yarasayı,  okul bahçesinde duvara astıktan sonra, gözlerimi kapatıp burnumu hayvanın burnuna dayayıp korkudan attığım çığlıklarla gülüşen oğlan çocuklar geliyor aklıma. Kızlar korkaktır ya... O zamanlar bunun adına belki haylazlık denebilirdi. Şimdi o haylazların bazıları kaderimiz hakkında karar verebilecek yerlerde güç sahibi olmuşlar.
Bu ülkenin karanlığının bir nedeni de kadınlara her düzeydeki politik çevrelerden gelen ötekileştirici bakış değil mi?
Kadınları sevdiklerini söylüyorlar ama sadece arzuluyorlar. Aslında kadınlardan nefret ediyorlar çünkü kadınlardan korkuyorlar, kadınlardan  korkuyorlar çünkü iletişim kuramıyorlar.
Farklı olanı tanıyıp, kabul edip onunla armoni içinde yaşayabilmek... Demokratik bir kültür için gerekli olan bu değil mi?  Irkçılık, milliyetçilik ve cinsiyetçilik öylesine kardeş ki!