Bir gün uyandığınızda kendinizi böceğe dönüşmüş hâlde bulduğunuzu hayal edin. Tıpkı Kafka’nın hayali karakteri Gregor Samsa gibi. Ama siz bir odada değil de kafesin içinde gözlerinizi açıyorsunuz. Parmaklıklar çok sık işlenmiş, aralarından sızıp dışarıya çıkmak mümkün değil. Sıkılmanızı önlemek için yaşadığınız yere bir tekerlek koyulmuş. Zamanınızın büyük bir kısmını üzerine çıkıp onu çevirmekle geçiriyorsunuz. Ama bir yere gittiğiniz yok, dönüp dolaşıp aynı noktadasınız. Tabi ki zamanla ortalık kirleniyor, eskiyor ve bakım yapılması gerekiyor. Onun için belirli insanlar seçiliyor. Dönem dönem değişen bu yapılar, hemen hemen benzer çözümler ile hayatınızı iyileştirdiklerini söylüyorlar. Tabi ki aralarında ince ayrımlar var. Kimileri kendilerine daha geniş kafesler yapmaya çalışıyor. Ne de olsa KKTC dediğimiz yapı ganimet üzerine kurulmuş. Daha fazla yemenin alışkanlık olduğu bir durum.
Kafes bekçileri diye tarif edilecek bu kesimleri seçen de sizlersiniz, bizleriz. Sistemin tıkırında ilerlemesi için onlara uzun soluklu onaylar veriyoruz. Tek ihtiyacımız, daha iyi bir hayat standardına sahip olmak. Peki, bu hayatlar gerçekten bizim mi? Yoksa statü kaygımızı karşılamak için şişirilen balonlar mı? Bahsettiğim toplumsal grup; gelir düzeyi açlık sınırında olan ve evine alacağı domatesin fiyatının acısını zihninde gerçekten hisseden insanlar değil. Böyle giderse hepimiz aynı noktaya gelebiliriz. Ama şu anda hâlâ zincirlerinden başka kaybedeceği şeyler olan büyük bir kesim var. İşte devlet yöneticilerinin kararlarını besleyenler ve meşrulaştıran da onlar.
Toplumsal seferberlik çağrıları, elimizi taşın altına koymalıyız sözleri, silkinip kendimize gelmeyiz buyrukları, devletin adeta bir aile gibi algılanması için yapılıyor. Dünyada yaygın olan bu yaklaşım ile altan alta Kıbrıslı Türklere şişirilmiş balon misali sürdürdükleri yaşamlarının sona erebileceği hissi aşılanıyor. Ne de olsa kimse bu gücü kaybetmek istemez, değil mi? Diğer taraftan neoliberal sistemin sihirli sözleri olan “hepimiz aynı gemideyiz” iddiası, içerisinde bin bir küfür barındırıyor. Bir tarafta Titanik varken, öteki yanda sandallar var. O yüzden farklı farklı batışlardan bahsetmek daha adil olacaktır. İktidarın ve muhalefet gibi görünen bağımlılık tutkunu UBP – YDP ikilisinin, kriz döneminden geçerken farklı bir yol yürümeyeceği ortada. Bu yüzden öncelikle bir böcekten ibaret olduğumuzu kabul edip, ona göre kendimizi şekillendirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde Samsa’nın ailesinin ondan kurtulmak için elinden geleni yapması gibi, yok oluşumuzu izlemekle yetineceğiz.
Yıllardır Kıbrıslı Türklerin büyük bir kesiminin kendilerini aşan bir hayat yaşadıkları aşikâr. Açıkçası bu tespite katılmadığımı söyleyemem. Kafesin her bir zincirini kendi ellerimizle şekillendiriyoruz. Kocaman evler, son model arabalar için ödeyemeyeceğimiz borçların altına giriyoruz ve ya Kıbrıs’ın Türkiye’ye olan bağımlılığı gibi ebeveynlerin yardımı ile ayakta kalabilen orta yaşlı ergenler gibi yaşıyoruz. Sonra da kendi hayatımızda söz sahibi olmak istiyoruz. Eğitimin kalitesinin her geçen gün düşmesi ile tekdüze nesiller yetişmesini umursamıyor, hemen hemen herkesin üniversite mezunu olmasını anlamsız bulup eleştiriyoruz. Peki gençleri bu çarkın içinden çıkarmak için ne yapıyoruz? Halbuki insanın eğitim aracılığıyla kendini gerçekleştirmesi çok farklı bir husus. Belki de bu noktada atılacak adımlarla, bir nebze ilerlememiz mümkün olabilir.
Ekonomik kriz koşullarında alınacak önlemler ile hayat standardımızın yaşanmaz boyuta geleceğini söyleyip, yerimizde oturmaya devam ediyoruz. Çünkü kafesteyiz, çünkü zincirlerimizi parlatmak için konforlu alanımızı korumamız gerekiyor. Hâlbuki oradaki rahatlık bir rüyadan ibaret. Tıpkı KKTC’deki krizi hükümet değişikliği ile giderilecek bir sorun olarak algılayıp, sistemin yarattığı nimetlerin sonsuza dek süreceğine inandığımız gibi, hayali statülerimizin de gerçek olduğunu düşünüp tatmin oluyoruz. Hepimiz birer böceğiz, hepsi bu. Ya oyunu bozacak, idarecilere artık böcek olmayı kabul etmediğimizi söyleyeceğiz ya da kabuklarımız kırılana kadar pembe gözlükler ile parodiye devam edeceğiz. İlkini seçeceksek toplumsal hareketler içindeki ego yarışlarından da vazgeçip bir araya gelmek gerekecek. Bunu yapmak ne kadar mümkün, bilemiyorum.
Statümüzü koruyacağımız yerin Kıbrıs’ın kuzeyi olmadığına inanıyorum. Çünkü buradaki varlık, ebeveynin eline bakan ergenlerin vasfından farklı değil. Kısacası üretimi gerçekleştirebilmek; kendimizi silkerek değil, içinde yaşadığımız devlet yapısının artık sürdürülemez bir acizlik diyarı olduğunu kabul etmekle mümkün olacaktır.