Küresel salgın karşısında, ne denli hazırlıksız ve aciz durumda olduğumuzu söylemek mümkün. Bu konu ne zaman aklıma gelse, iki tane siyasetçinin sözleri kulaklarımda çınlar. Dünya Sağlık Örgütü’nün “tüm ülkeler hazırlıklı olmalı, hastalık hızla yayılıyor” demesine karşın, başbakan Ersin Tatar’ın 2 Mart 2020’de “Bu konu o kadar abartılıyor ki dünya ekonomisi de etkileniyor. Gerekli tedbirler alınıyor. Bu abartı niye? Kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz.”, ekonomi ve enerji bakanı Hasan Taçoy’un 12 Mart 2020’de “Koronavirüs en fazla bir haftaya düşer” sözlerini unutmamak gerek. Tüm bunlar, öngörüsüz bir idareye sahip olduğumuzu kanıtlıyor. Ama acaba durum o kadar basit mi? Bence değil. Eminim her iki politikacı da durumun ciddiyetinin farkındaydı veya en azından salgının ülkemize bir şekilde uğrayabileceğinin bilincindeydiler. Esas problem, bu felaket ile baş edebilme gücümüzün olup olmadığı sorusuna ne yanıt verecekleridir. Bugün anlıyoruz ki, çıkışa dair bir yol haritamız yok ve boşlukta salınmaya devam ediyoruz.
Gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarının ve sağlık sistemlerinin bile kaldıramadığı, pek çok noktada insanların ölüme terk edildiği koşullarda, KKTC’nin yokluğa mahkum yapısının harikalar yaratmasını bekleyemezdim. Ama hâla devlet yönettiğini iddia eden, oturduğu koltukların bir anlamı olduğunu düşünen ve yıllardır aynı oyun içinde piyon olan devlet yetkilileri, teslim bayrağını çekme cesaretini gösteremedi. Aksine bir devlet edasıyla hareket etmeye devam ettiler. Hükümetler kurup hükümetler bozan ekonomik pakete bağlı sağlanacak mali desteğin bir türlü gönderilememesi neticesinde hükümet, meseleyi kendi içinde çözmeye çalıştı. Tabi bunu da yüzüne gözüne bulaştırdı. Kimi kesimleri (özellikle 3. Dünyadan gelen işçileri) ayrımcı bir şekilde kapsam dışında bıraktı, sonrasında ise gelişen tepkiler neticesinde durumu toparladı. Yine destek dışında bıraktığı meslek gruplarının taleplerini de geri çeviremedi. Böylece, salgın öncesinde de batmaya beş kala olan KKTC ekonomisini, daha kısa vadede uçuruma sürükledi. Bunu yapmamalı mıydı? Tabi ki hayır. Çalışanlar arasındaki barışı bozmak ve ayrım yaparak insanları birbirinin ekmeğine göz dikecek noktaya getirmek doğru değil. Lakin çöküşü de kabul etme erdemini göstermek önemlidir. Merkezi yönetim, bunu hiçbir dönemde olmadığı gibi bugün de açıklayamadı.
Alınan tedbirler arasında en kabul edilmez olanı; belediyelere yapılan katkının % 25 oranında kesilmesidir. Hepimiz biliyoruz ki, tüm insani ihtiyaçların karşılanması noktasında belediyelerin rolü yadsınamaz. Özellikle sokağa çıkma yasağının yaşandığı ve yayılan virüsün en büyük düşmanının hijyen olduğu bir süreçte, beledi hizmetler hayati önemdedir. Bu durumda daha da güçlendirilmeleri gerekirken aksini yapmak, akıl kârı değildir. Temizlik, çöp toplama, ihtiyaçlı ailelere erzak dağıtılması, su kesintisi yapılmaması adına kendi kendini ayakta tutma çabası, bu adımları atmak için çalışanlarına koruyucu ekipman sağlanması gibi, daha sayamadığım pek çok alanda çalışma yürütüyorlar. Kısaca ifade etmek gerekirse, her ev ve her bireyle birebir temasta olan onlardır, merkezi yönetim değil. Devlet dairelerinin hizmet dışı olduğu bir zamanda, bana sorarsanız yaşamı kuracak ve koruyacak olan da belediyelerdir. Ne yapacağını bilmeyen ve sürekli karar değiştirip insanları bilinmezliğe hapseden merkezi yönetim, bu durumu yeniden gözden geçirmelidir.
Somut koşullar bu yönde akıp giderken, soyut anlamda fikirlerimin netleşmesini sağlayacak bir kitapla tanıştım. Uzun zaman önce sevgili Hasan Yıkıcı’nın önerdiği Murray Bookchin’in eserlerini okumaya başladım. Ursula K. Le Guin’in önsözüyle yayınlanan “Geleceğin Devrimi – Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasi” kitabı; demokrasi, beledi yönetimler, halk meclisleri ve solun bu yönde yürümesi gereken yol üzerine ufuk açıcı bir özelliğe sahip. Merkezi yönetimlerin, hantal ve demokrasiyi zedeleyici yapısı üzerine yaptığı saptamalar, bizim gibi yoklukla butlan* olan devletler için de geçerliliğini koruyor. Bookchin tüm bunları, “Komünalizm” diye bir kavramı ortaya atarak anlatmaya başlıyor. Bu terimin geçmişi 1871 Paris Komünü’ne değin uzanıyor. Şöyle ki: “O tarihte Fransa başkentinde silahlanmış halk, sadece Paris’in kent konseyini ve onun idari alt birimlerini savunmak üzere değil, aynı zamanda ülke çapında bir kentler ve kasabalar konfederasyonu yaratmak ve onu cumhuriyetçi ulus- devletin yerine geçirmek üzere barikatlar kurmuştu”. Kısacası kendini içi boş milli sınırlardan ziyade, o bölgede yaşayan insanların iradesinin demokrasiye yansıdığı bir sistemden bahsediyor. İçinde yaşadığımız çağda ve salgın sonrasında ulus devletlerin kendi içine kapanacağı saptamaları yapıldığı bir dönemde çok fazla anlamlı gelmese de, özellikle kalbi solda atanların üzerine düşünmesi gereken bir husus olduğuna inanıyorum.
Söz konusu yaklaşıma göre yerel alanda (belediye) gerçekleştirilecek örgütlenme; düşünce ve sözün gelişiminin toplum içerisinde yerleştirilmesi ve fikirsel dönüşümün sağlanması için en ideal yöntemdir. Bu noktada yazar Sol düşünceye sahip kesimlere seslenir ve şu cümleleri sarf eder: “Gerçekten de Sol, devleti politika ile çoğu kere karıştırmış, bu ikisinin birbirinden köklü biçimde farklı olmakla kalmayıp, birbiri ile radikal bir gerilim içerisinde olduğunu anlayamamıştır… Politika, daha çok, neredeyse tanım gereği, özgür yurttaşların kendi beledi işlerini yönetmeye ve kendi özgürlüklerini savunmaya aktif katılımları demektir”. Böylece yerel yönetimlerin, insanların ihtiyaçları üzerindeki etkisine ve gerçek anlamda özgür bir toplumu gerçekleştirmek için gereken vizyonu yaygınlaştırmadaki rollerine işaret ediyor. Aslında reel hayata bakıldığında, ülkemizde dahi bunun küçük de olsa örneklerini görmek mümkün. Bunun için, kriz sürecinde belediyelerin hizmetlerini incelemeniz yeterli.
Özellikle yaklaşık 1 aydır, ülkedeki insanların hayatını kolaylaştıranlar, bölgelerdeki salgını ciddi anlamda toplumla istişare içinde yönetenler belediyeler oldu. Bence toplumun üzerinde, belediye başkanlarının sarf ettiği sözler ve organize ettiği çalışmalar kadar merkezi yöneticiler etkili olamadı. Hatta alay konusu bile yapıldılar. Bu noktada belediyelerin tespit ettiği önerilerin hepsine yazı içerisinde yer vermem mümkün değil. Ama bunlara, gerek basından gerekse kendi web sayfalarından ulaşabilirsiniz. Böylece attıkları çığlığın yani % 25’lik kesintinin toplumun tamamı için ne denli hayati öneme sahip olduğunu anlayabilirsiniz.
Yukarıda aktarmaya çalıştığım fikirler, sadece bulaşıcı hastalıkla mücadele kapsamında değerlendirilmez. Her okuduğum cümle ile zihnimin aydınlandığını hissettiğim kitap, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan çürümüşlüğü bir o kadar daha belirginleştirdi. Tüm bunlara karşı örülecek mücadele ağlarına, geçmişe nazaran daha fazla ihtiyacımız olduğunu kavradım. O yüzden yarından tezi yok, hükümetçilik oyunu için çalışma yapılacağına, belediyelerin yönetimleri üzerinden şekillendirilecek bir reçetenin bizi iyileştireceğine inanıyorum. KKTC dediğimiz yapı, büyük perdede yok sayılsa ve aslında Türkiye Cumhuriyeti etkisi ile merkezi yönetimler şekillendirilse de, yereldeki algıya müdahale etmeleri o kadar kolay değil. Eğer insalara birebir temas eder, demokrasinin her bir bireyin sesi ile renklenecek bir bahar bahçesi olduğunu kanıtlarsanız, sürekli şikayet ettiğimiz düzenin dönüşmesi hayal değildir. Ama yazarın da dediği gibi, devleti yönetmekle politika yapmayı karıştırısanız, o zaman şu anki hükümetten hiçbir farkınız kalmaz. 5 yılda bir yapılan genel seçimlerle sadece koltuklarda oturan isimler değişir. Amacınız toplumsal zihniyeti sol değerler üzerinden şekillendirmek; daha fazla özgürlük daha fazla demokrasi daha fazla eşitliği yaygınlaştırmaksa, yerele odaklanır ve belediyelerin güçlenmesi için mücadele ederseniz. Böylece büyük resmi kaçırmaz, aksine o noktaya daha sağlam ve emin adımlarla ilerlemiş olursunuz.
*Hukuk terminolojisinde, kurulduğu anda yok olan işlem anlamına gelir.