KKTC’nin kuruluşu törenlerle, gösteri yapan Türk savaş uçaklarıyla ve hamasi nutuklarla kutlanırken, kuruluşunun temelindeki gerçekler unutuluyor ve unutturulmak isteniyor. Kimi “KKTC’nin yoluna devam edeceğinden”, kimi de “tanınacağından” söz ediyor. KKTC’nin bir dış müdahale esnasında uygulanan şiddet ve şiddet tehdidiyle kovulan Kıbrıslı Rumların toprakları üzerinde kurulduğu ve bugüne kadar tanınmamasının temel nedenin bu gayrı meşru durum olduğu gizleniyor. Vicdanların ve hukukun kabul etmediği bu durum, Kıbrıs Türk toplumunun kolektif belleğinden silinip “doğallaştırılmak” isteniyor.
Bu yazımda KKTC’nin hangi gerçekler üzerine kurulduğunu hatırlatmak istiyorum. Çünkü, Milan Kundera’nın dediği gibi, “bütün bunları unutmuşuzdur, çünkü, iktidardakiler kayıtlı tarihi değiştirerek, izleri silerek unutmamızı istemişlerdir!”
****************
Başbakan Bülent Ecevit 20 Temmuz sabahı yaptığı konuşmada “Biz aslında savaş için değil, barış için ve yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz” diyordu. Rauf Denktaş ise 20 Temmuz sabahı Bayrak Radyosundan şöyle sesleniyordu:
“Bu bir istila değildir. Kıbrıs’ın bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü ve güvenliğini yeniden tesis etmek için girişilen ve sadece bu gayeye matuf sınırlı bir polis harekâtıdır. (…) Hepimizin vazifesi, bu harekâtı hedefinden saptırmamak, kan akmasını önlemek, bir an evvel Kıbrıs’a barış getirmektir. (…) Zafer, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin savunucusu, Tüm Kıbrıslılarındır.”
Oysa gerçekte Türkiye adaya asker çıkarırken önceden hazırlanan planlar çerçevesinde adayı ikiye bölmeyi hedefliyordu. Coğrafi bölünmeyi Kıbrıs Rum nüfusunun zorla yer değiştirmesiyle demografik bölünme izleyecekti. Nitekim adaya barış getirmek istediğini söyleyen Bülent Ecevit 20 Temmuz’da katıldığı TBMM’nin gizli oturumunda nasıl bir Kıbrıs tahayyül ettiğini şu sözlerle anlatıyordu:
“Kıbrıs için behemehal bir yeni devlet statüsü oluşturulması gerekir, daha doğrusu bir devlet statüsünün yeniden oluşturulması gerekiyor. Bu eski statünün bir benzeri olabilir, çok değişik bir statü olabilir.”
Bülent Ecevit’in 20 Temmuz günü TBMM’nin kapalı oturumunda dile getirdiği görüşler Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale ederken izlediği stratejiyi bütün açıklığıyla ortaya seriyordu.
Amaç, coğrafi ve demografik bölünmeyi sağlamak ve ileride bulunacak bir çözümün- eğer bulunursa- bu temele dayanmasını sağlamaktı. Açıktır ki, bu politika etnik temizlik yapılmadan hayata geçirilemezdi.
Birleşmiş Milletler tarafından kurulan bir uzmanlar komisyonu 1992 yılında “etnik temizlik” politikasını şöyle tanımlar: “bir etnik veya dinsel grubun başka bir etnik veya dinsel grubun sivil halkını şiddet ve terör araçlarıyla belli coğrafi bölgelerden isteyerek ve bilerek uzaklaştırma politikası.”
Görüleceği gibi, BM’nin tanımı “kasıt” ve “tasarlama” öğelerine vurgu yapıyor. Yani, uluslararası hukukta kabul gören ve ceza mahkemelerinde kullanılan tarifiyle etnik temizlik, örgütlü ve planlı bir şekilde bir nüfus grubunun, ya tümünün ya da bir kısmının, yaşadığı yerlerden şiddet kullanarak veya şiddet tehdidiyle kovulmasıdır. Vurgu “kovmak” ve “uzaklaştırmak” sözcüklerinde yoğunlaşıyor, imha ya da yok etme kavramlarında değil.
1974 Savaşı’nda Türk ordusu adaya çıkarken hazırlanan plan gereği Kıbrıs’ın denize açılan bir bölgesi Kıbrıslı Rumlardan arındırılacak ve Kıbrıslı Türkler o bölgeye yerleştirilecekti. Nitekim II. Harekât tamamlandığında Türk ordusu önceden belirlenen çizgiye kadar ilerlemişti. Bülent Ecevit bu konuda şöyle der: “Kıbrıs harekâtına girişilirken ve o harekâtla birlikte Kıbrıs’a nihai çözümü düşünürken başlangıçta kendimize çizdiğimiz amaç ve çizgi ne idiyse, ordumuzun hızla sağladığı büyük başarı sırasında da Ada’da aynı çizgiye bağlı kaldık.”
Pek açıktır ki, adanın bölünmesi ve ayırım çizgisinin nereden geçeceği önceden karara bağlanmıştı ve bu plana göre hareket edilmişti. Kuşkusuz, bu politika “nüfus mühendisliğini” de beraberinde getirecekti. Savaş esnasında Kıbrıslı Rumların büyük çoğunluğunun güneye kaçması sağlandığı gibi, savaştan sonra adanın kuzeyinde kalan Kıbrıslı Rumlar da kovulacaktı. Adanın güneyindeki Kıbrıslı Türkler ise kuzeye alınacaktı.
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun 10 Temmuz 1976 tarihinde Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen raporunda Kıbrıslı Rum mültecilerin büyük çoğunluğunun Türkiye’nin askerî harekâtları yüzünden yerinden edildiğini, özellikle İkinci Harekâtın başlamasıyla insanların panik içinde kaçtıkları ve bir daha evlerine geri dönmelerine müsaade edilmediği belirtiliyor.
Savaş esnasında ve sonrasında adanın kuzeyinde kalan Kıbrıslı Rumların birkaç parça kıyafetle evlerinden alınarak okul binalarında ve başka yerlerde zorla tutulmaları ve evlerine dönmelerinin engellenmesi, Kıbrıslı Rumların güneye kaçışını teşvik edici uygulamalardan bazıları arasında yer alıyordu. Uluslararası Kızıl Haç Komitesinin temsilcisi Zuger ve Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği (UNHCR) temsilcisi Kelly’nin 7 Şubat 1975 tarihinde Rauf Denktaş, Glafkos Kliridis ve BM temsilcisi Weckmann-Munoz’un katıldığı bir toplantıda söyledikleri hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor. Zuger ile Kelly, Kıbrıslı Rumların evlerinde yaşadıkları sürece güneye gitmeyi düşünmediklerini ama evlerinden alınarak okul binalarında alıkonulunca ve evlerine geri dönmeleri engellenince, büyük bir moral çöküntüsü içinde güneye gitmek istediklerini anlatıyorlardı: “Yerlerde yatıyor, etraflarında olup biten hiçbir şey ile ilgilenmiyorlardı. Tek istedikleri şey, ağlamaktı.”
Açıktır ki, Kıbrıslı Rumların kimi korkudan, kimi de şiddete maruz kaldığı için kaçmıştır. Fakat en vahimi, BM kararlarına rağmen gidenlerin evlerine geri dönmelerinin engellenmesidir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun (AİHK) hazırladığı ve Avrupa Konsey’inin 10 Temmuz 1976 tarihinde kabul ettiği raporda Türkiye öncelikle bu nedenle suçlanmaktadır. Bazılarının, Kıbrıslı Rumları evlerine geri dönmekten Kıbrıs Türk Yönetimi’nin men ettiği yönündeki görüşlerine karşı AİHK, Türkiye’yi sorumlu tutuyor ve Türkiye’nin Kıbrıs Türk Yönetimi’nin Kıbrıslı Rumların evlerine dönmesini sadece diplomatik olarak desteklemekle kalmadığını, bu amaç için ordusunu da kullandığını, geçit noktalarını kapattığını ve mayın döşeyerek Kıbrıslı Rumların evlerine dönüşünü fiziki olarak engellediğini belirtir. AİHK, Kıbrıslı Rumların yerlerinden kovulmasında Türk ordusunun sorumluluğunu şu fiillere bağlıyor: “Kıbrıs’ın kuzeyinde Kıbrıslı Rumların evlerden, kendi evlerinden de dahil olmak üzere, uzaklaştırılmaları; Türk ordusunun kontrol ettiği bölgelerde Kıbrıslı Rumların başka yerlere, çeşitli tutuklama ve gözaltı yerlerine taşınmaları; Kıbrıslı Rumların ayırım çizgisinin ötesine kovulmaları; kuzeyde yaratılan yaşam koşulları sebebiyle güneye kaçmaları.”
Hazırlanan plana göre, çok az sayıda Kıbrıslı Rum’un kuzeyde kalmasına müsaade edilecekti. Nitekim Türkiye’nin Kıbrıs büyükelçisi savaş biter bitmez, yani 1974 Ağustos’unda, ABD büyükelçisine yapılacak müzakerelerin sadece bir amacı olabileceğini, o da iki bölgeyi birbirinden ayıracak çizginin belirlenmesi olduğunu söylüyordu. Büyükelçiye göre, nüfus konusu kapanmış bir konuydu. Türk bölgesine ya çok az, ya da hiç Kıbrıslı Rum dönmeyecekti. Rauf Denktaş da bir yıl sonra, 1975 yılının Ağustos ayında, ABD elçisi ile yaptığı bir görüşmede benzer şeyler söyleyecekti. Sadece küçük bir Kıbrıs Rum azınlığın kalabileceğini, bunun da Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD) siyasi ve idari denetimini kabul etme şartına bağlı olduğunu ileri süren Denktaş, “hiçbir şartta önemli sayıda Kıbrıslı Rum’un KTFD’ye yerleşerek Kıbrıslı Türklerin oranını düşürmesi kabul edilemez” diyordu.
BM’nin 9 Haziran 1975 tarihli raporunda o tarih itibarıyla 182.000 Kıbrıslı Rum’un yer değiştirmek zorunda kaldığı belirtiliyor. Fakat savaş bittiği zaman adanın kuzeyinde azımsanmayacak sayıda Kıbrıslı Rum kalmıştı. Çoğunluğu Karpaz bölgesinde olmak üzere, 20.000 Kıbrıslı Rum adanın kuzeyinde yaşamaya devam ediyordu. Sanıldığının aksine, Kıbrıs’ta hiçbir zaman “nüfus mübadelesi” anlaşması imzalanmadı. Denktaş ile Kliridis’in 31 Temmuz-2 Ağustos 1975 tarihleri arasında Viyana’da yaptıkları görüşmelerde imzalanan Üçüncü Viyana Antlaşması bir nüfus mübadelesi anlaşması olmadığı gibi, ailelerin birleşmesine öncelik verdiğinden, bazı Kıbrıslı Rumların adanın kuzeyine dönmesine olanak tanıyordu.
Ne var ki, Türk tarafı Viyana Antlaşmasını çöpe atacak ve Kıbrıslı Rumlar taciz edilerek Kıbrıs’ın kuzeyinden kovulacaktı. Geriye çok az miktarda Kıbrıslı Rum kalacaktı. 1976 yılının Ocak ayı itibarıyla adanın kuzeyinde sadece 8.840 Kıbrıslı Rum kalmıştı. 30 Kasım 1981’e gelindiğinde kuzeyde yaşayan Rumların sayısı 1.076’ya” inmişti. Bu sayı azalmaya devam edecek ve 2012 yılında 347’ye düşecekti...
Bazı bölgelerde Kıbrıslı Rumlara güneye gitmek istediklerine dair zorla dilekçe imzalatılıyordu. Bu durum karşısında harekete geçen ABD büyükelçisi William Crawford, Rauf Denktaş ile Bellapais’ta bir görüşme yapar. Görüşmenin içeriği oldukça aydınlatıcıdır. ABD’li diplomat Denktaş’a, “Girne bölgesinde yaşayan Kıbrıslı Rumların kovulması için askerî bir karar alındığı gibi bir sonuca vardık” diyordu. Denktaş başını sallayarak söylenenleri onaylıyordu. Büyükelçi, sıranın Karpaz bölgesine gelip gelmeyeceğini sorar. Denktaş, “evet, gelecek” diyor ve ekliyordu, “askerin kararı bu yöndedir.”
BM Genel Kurulu 3212 sayılı kararı taraflara Kıbrıs’ta insan haklarına saygılı olmaya, göçmenlerin evlerine geri dönmeleri için imkân yaratma ve tek taraflı girişimlerle adanın demografik yapısını değiştirmekten vazgeçme çağrısı yapar. Fakat Türkiye göçmenlerin geri dönmesine izin vermediği gibi, adanın demografik yapısını değiştirmek için Türkiye’den adaya nüfus aktarmaya girişir...