Erhan Öze
Bu yazıda, “Koloni”, “Kolonizatör” ve“Kolonizasyon” sözcükleri üzerinde durulmuştur.
Koloni
Spivak “colony” kelimesinden ilk kez “colon” -sürmen, çiftçi, yetiştiren ve bunlardan türeyen yeni bir ülkedeki yerleşimci- diye bahseder ve şöyle devam eder: Böylelikle uygarlık ve kültür arasındaki farklılıktan dolayı şehirler ve ülkeler, eski Roma vatandaşının statüsünün uygarlıkla ilişkisi, şehir ve tarımsal kültür, doğadan büyüyen bahçecilik onore edilmiştir. Sıralanan ilişkiler neredeyse koloni ve kanton arasındaki farka tekabül eder. Halbuki daha önce yerleşilmemiş bir yere yerleşmekten bahsedildiği zaman kolonizatör orayı uygarlık izi olmayan bir dünya kabul eder ve yazıtlarını, diğer bir anlamda kurallarını oluşturmayı amaçlar. Bu algıyla biz eğer Avustralya ismini kabul eder ve kullanırsak, kolonizatörün dilini konuşmuş oluruz. Ancak Avustralya kendini marjinalleştirip kendine Avustralya ismini taktığını görmezden gelerek koloni hissedemez. Yani kendine Avustralya ismini taktığı zaman ve biz onu tarif ettiğimiz gibi isimlendirince, kolonize olandan çok kolonizatörü tanımlamış oluruz. Avustralya’nın, 19. yüzyılda ilk İngiliz feministlerin kendilerini köle olarak tanımlayıp marjinalleştikleri gibi kendine koloni ismini takması da bir tercih, marjinalleşme ve kabuldür. Eğer gerçekten Avustralya tanımlanırsa, o oranın ismi olur. Ama yine de kendini kolonizatörün bir kantonu ya da kolonisi olarak düşünmek arasında büyük bir fark vardır (Spivak 1990:129).
Koloni kelimesi Spivak’ın tarif ettiği kökün, Latin merkezli bakış açısı ötesinde anlamlara ve formlara sahiptir. Koloni ve Vilayet farkına değinmesi onun farklı kültürlerdeki farklı algılamaları ve kelimelerin anlamlarının farklı tarihi süreçlerden geçmiş farklı uygulamaları sonucunda ulaştığı farklı kavramsal açıklamaları tarif etmeye yetmemektedir. Koloni kelimesi Proto-Indo-European “*kʷel- "dolanmak (to revolve), hareket etmek (move around), ikamet etmek (yerleşmek, hayat süremek),... (dwell)” kökünden türemiştir. Spivak ise kelimenin Roma merkezli Latin kökünden giderek ve Sanskritçenin de içinde olduğu Proto-Indo-European kökten yola çıkmayarak bir anlamda kendi kökünden uzaklaşmıştır, koloni kelimesinin tarifini eleştirmeye çalıştığı batı içinden tarif etmektedir ve kendisi, kendisinin maruz kaldığı batı kültürel kolonizasyonunun kurbanı olmaktadır; tam da kendi tarif ettiği gibi kolonizatörün dilini kendi konuşmaktadır. Bir anlamda Hindistan’ı (India), Hindustan ya da daha da eski bir ismi ile çağırmamaktadır ve Australya’yı Avustralya olarak çağırmak anlamında verdiği örneği kendi içselleştirmektedir. Bu yüzden de Roma’ya işaret etmesi ve Koloni-Vilayet farkından bahsetmesi rastlantı değildir. Tezini bunun üzerine kurarak Makedon Alexander’ın fethedip ondan sonra Antik Yunanlıların kurduğu ve özellikle Pakistan’da bulunan “apoikia” benzeri fikirler etrafında kurulmuş melez (Bu melez kurguların en önemlilerinden bir tanesi Greko-Bactrian kralı Demetrius’un Sirkap’ta -günümüz Pakistanı’nda- Antik Yunan Hippodamian planı temelinde birçok yerel formu da içine karıştırarak kurduğu şehirdir. [1]) toplum kalıntılarını ötekilemektedir. Bir anlamda kendi kolonyal tarifini sadece yeni toprağı işgal eden çiftçi, yani Roma’da yaygın olarak kullanılan kolonizasyon biçiminden kurmaktadır. Bunu da fikir olarak İngilizlerin koloni fikrinin kökünü oluşturmalarından dolayı yapmaktadır. Çünkü İngiliz İmparatorluğu, eğer Amerikan yerlilerini saymazsak, birçok el değmemiş toprağa, özellikle Kuzey Amerika’ya koloniler kurmuştur. Fakat bunun Roma’daki tarihsel kolonizasyondan en büyük farkı, Roma’da koloniyi kuranın Roma vatandaşı olan eski Roma askerleri oluyor olmasıdır; bu yerleşimlerin günümüzde de bilinen örneği Almanya’daki Köln ile İngiltere’deki Lincoln kentleridir ve her iki şehrin ismi kendisini var eden tarihsel nedeni ve süreçleri ortaya koymaktadır. Romalıların emekli askerlere bu şekilde koloniler kurdurmaları hem politik hem ekonomik hem de stratejik önem taşımaktadır. En temeldeki amaç ise merkezin gücünü Roma kökenlilerin melezleri ile vilayetlerinde hissettirmek, otoriteyi sağlamak ve bir yandan da kendi kültürel kolonizasyonunu yani Romalılaştırmayı gerçekleştirmektedir. Fakat herkese Roma vatandaşı olma hakkını vermeyerek de toplum içerisinde de hem hiyerarşiyi hem de ötekilemeyi kurmaktadırlar. Bir diğer yanda da oradaki vatandaşlık kavramının kimi içeride tutup kimi dışarıda bıraktığı Antik Yunan’daki Yunan olmayanların “barbar” olmaları fikri üzerine kurulmaktadır. Buna benzer şekilde de İngiliz İmparatorluğu’nda “colony” kelimesi 19. yy sonuna kadar “Plantation”, ürün verecek ekilmiş yer gibi yeni topraklara yerleştirilmiş ama sürülmüş suçluların çalıştırıldığı işletmeler anlamında kullanılmaktadır ve bu fikirsel olarak Romalıların ekonomik bir araç fikrine daha yakındır. Yoksa istenmeyenlerin İngiliz İmparatorluğu merkezi olan İngiltere ve diğer kolonilerden Kuzey Amerika’ya gönderilmesi fikri anlamında, daha ziyade Antik Yunan’da “apoikia’’ya yani koloniyi oluşturan ve genelde metropoliste istenmeyenlerin yeni koloniyi var edenler olarak koloniye gönderildiği duruma işaret etmektedir. Bu yüzden de Spivak, Antik Yunan kolonyal fikrinin Ulus Hindistan’da ortaya çıkan melez duruma nasıl eklemlendiğini açıklamayarak, Pakistan’ın da dahil olduğu eski Hindistan’daki toplumsal alanı kuran sosyal kurguları ve koloni kavramını melezleştiren kültürleri dışlamakta ve koloniyi kavramsal olarak homojenleştirmektedir. Sadece mesken olarak el değmemiş toprağa yerleşenin teorik kurgusu ne şu anda Hindistan’daki durumu ne de Avustralya’dakini açıklayamaz. Sadece tek bir bakış açısı üretir, bu da Spivak’ın kendi kültürel alanı olan Hindu merkezli bakış açısından olaya yaklaştığını gösterir ve en basitinden Pakistan’ı ötekiler sınıfına koyarak şu anki ulus-devleti tarif eden Post-Kolonyal Hindistan topraklarını ilgilendiren kolonyal tarihi teorize eden bir tariften öteye geçemez.
Kolonizatör
Kolonizatör, kendi toplumsal kurgusunun var olduğu alana yakın ya da uzak coğrafyalardaki bir toprak parçasını, üzerindeki yaşayanlar ile birlikte kendi güç ve politik ilişkiler ağının parçası yapan güç olarak tanımlanabilir. Böylece kolonizatör, farklı dönemlerde, farklı koşullarda tanıdığı ya da tanımadığı bir gruba kendi yönetsel algısı içerisinde yaşama alanı sağlayan güç olarak bir yarar ilişkisi kurar. Bu tanım, doğu-batı ayrışması merkezli algılanan ilişkiler ötesinde, günümüze kadar var olmuş tüm farklı koşullardaki kolonizasyonları organize edenleri de birer kolonizatör olarak düşünür. Günümüzde de cumhuriyet ve demokrasi merkezli ulus devletler ekseninde farklı formlarda emperyal bir kurgu mevcuttur. Bu yazıda ilgilenilen kolonizatörler ise; yoğun olarak dünya siyasi arenasında birbirinden haberli olarak belli bir ilerleme, öğrenme ve öğretme kurgusunda, keşfedilen dünyayı yönetme derdinde olan Rönesans sonrası Avrupa merkezli imparatorluklardır. Bu süreçte, kendi yaşamsal organizasyonları içerisine kendi ihtiyaçlarını, yönetsel arzularını ve keşfedilmeyeni bulup yararlanmak odaklı meraklarını gidermek, yeniliklerle şekillendirmek amacıyla belirli bir coğrafyayı ve varsa ona bağlı bir toplumu kendilerine işe yarar şekilde kendi politik alanına katan Avrupa merkezli bu güçlerin Rönesans’la birlikte bilim, din, toplumsal kurgular, ..., vb. dünyayı tarif edişlerde yaşadıkları zihinsel değişikliklerden, yani farklı toplumların kendi içerisinde sağladığı çoğullukları ve krizleri kendilerinden dışarıya açarak/taşıyarak ve yaşanan değişimleri tüm dünyanın problemi haline getirerek herkesi bu değişimin parçası olmaya zorlayan ilişkiler bütününden bahsedilebilir. Bu anlamda kolonizatör, dünyada ya da bazı bölgelerde değişen varoluş koşullarını yayan “virüs”’ün taşıdığı politik, askeri, ekonomik ilişkiler zincirini yeniden kurgulayan bir zincirdir. Bu zincir kendi kolonizasyonunu kurgularken bir diğerinin yaptıklarını melezleşme ile edinebileceği gibi, kendi kurduklarını etki alanındaki toplumlara da dayatabilir ama her koşulda ortaya çıkan yeni alan farklı melezlerin, yeni kurgu içerisinde yeni ilişkilerin tanımlandığı yönetsel bir durumdur.
Kolonizasyon
Geleneksel anlamda kolonizasyon; Avrupa’nın genişlemesi olarak okunur. Fakat bu bir yanılsamadır. Çünkü Avrupalılar Avrupa’nın genişlediğini düşünmez, sadece kendilerinden alt seviyelerde, 3. Dünya olarak tanımladıkları grupların ve coğrafyaların Avrupalıların yönetimine geçtiğini, yeni dünya düzenine eklemlendiklerini ve onların bulundukları coğrafyanın verimli olarak kullanılmaya başladığını düşünür. Kolonizasyon sürecinde ise, kolonizatör kendi içinden grupları verimliliği artırmak için koloniye yerleştirir ve böylece kolonizasyon anlam kazanır. Bir diğer yandan, kolonizatörden grupların kendi yaşam alanlarından koparak koloniye yerleşmesi ve azınlık fakat yönetici güç hissi sayesinde yeni sahiplik kurgusu tohumları atılır ve kolonize olan toprak parçası daha önceden onunla aynı ilişkiyi kuran yerlilerden arınır. Toprak ve sahiplik ilişkileri kolonizatörden gelenler için kopuş ve yeniye bağlanış, eskiye bir özlem ve yeniyi onun gibi yapma derdi ile yoğrulurken, kolonize olan yerliler için ise kırılma ve kurulma temelinde yine bir özlemle yoğrulur. Kolonizatörden gelenlerin kolonideyken kendi uzaktaki evlerine ve ideal dünyalarına duydukları özlem, kolonize olanın kendi yerinden edilmiş gibi hissetmesinden yani eskiden kendi yönettikleri toprakları yönetme ya da orada yaşama özleminden farklıdır. Her durumda toprakla, kolonize eden ve kolonize olan grupların kurdukları ilişkiler ile bu grupların birbirleri arasındaki ilişkiler, o dönemde Avrupa’da var olan farklı güçlerin hem kendi içlerinde hem de birbirlerine kıyasla farklı çoğulluklarda var oluşları sayesinde her kolonizasyon farklı koşullarda ve ilişkilerde gerçekleşmiştir. Aynı şekilde, farklı imparatorluklar farklı kolonizasyon güçlerine ve tekniklerine sahiptirler, buna karşıt olarak da her kolonize olan toplumun kolonizatörlere karşı verdiği ortak ve kendi içinde farklı grupların tekil ürettiği, diğerlerinden farklı reaksiyonlar mevcuttur. Bu bağlamda kolonizasyon, kolonizatör ile kolonize edilenin ilişkiler çoğulluğu içerisinde ortaya çıkan melez hallerin bütüncül tarifidir. O yüzden de kolonizasyon sadece kolonizatörün kendi dünya algısının kolonize olanlar tarafından taklit edildiği ve o ana kadar sahip oldukları kendi hayat bilgilerini bir köşeye koyup her şeyi yeniden öğrendikleri bir süreç değil, yeni dayatılan varoluş koşullarına bağlı olarak eski ile yeninin her an yeni melezleri ürettikleri bir ilişkiler zinciridir.
Bu durumda Avrupa’nın politik ideolojileri ekseninde yönetilen koloniler, imparatorlukların devamı olurlar. Fakat bu devamlılık, koloninin kolonizatörü tarafından aynı seviyelerde görülmez. Kolonizatörden koloniye, kolonizasyon vasıtası ile sürekli bir bilgi akışı olduğu varsayılır. Böylece kolonizasyon, emperyalist emeller barındıran güç tarafından, merkezden kopuk bir coğrafyada yerleşke oluşturma süreci olarak görülebilir. Bu bağlamda emperyal güç koloni edileni yeniden inşa edip mevcut yapıyı kendi ihtiyaçları doğrultusunda daha tanıdık hale getirmek için yerli halkı yönlendirir, yani onlara “iyi” ya da “doğru” adımı tarif eder ve yeni düzeni oluşturur. Böylece kolonideki topluluk, varlığından haberdar oldukları ya da olmadıkları otoriter gücün yönetsel yetilerini deneyimler. Fakat kolonizasyon bundan ibaret değildir ve koloniye taşınan bilgi kadar koloniden emperyal merkeze taşınan bilgi de önemlidir. Emperyal merkezin anlayabileceği kurgular içinde, gerek kolonide gerekse emperyal alan içinde koloniler ile ilgili olarak şekillenmiş bilgi de mevcuttur. Bu durumda şekillenen ve kolonizasyona uğrayan sadece koloni değil, onun kadar da emperyal kesişim alanlarıdır. Yani kolonizasyon bir dualite içerisinde, farklı koşullarda gerçekleşen melezleşme silsileleridir.
Kaynaklar
Spivak, G., C., (1990), “The Post Colonial Critic - Interviews, Strategies, Dialogues”, Routledge, New York & London
[1] BBC, (2010), Richard Miles”ın Kayıp Krallıklar Program serisi; Sirkap, Taxila, Pakistan’daki Greko-Bactrian krallığına ait yerleşim birimi ile ilgili bölüm
Erişim:<http://www.bbc.co.uk/iplayer/episode/b00wdpl1/Ancient_Worlds_Return_of_the_King/> [29.11.2010]