George Orwell’in “Shooting an Elephant” (fili vurmak/öldürmek) adlı hikayesi, Büyük Britanya’nın kolonilerinden biri olan Burma’da geçer. George Orwell, 1922 ile 1927 arasında orada görev yapan kolonyal polis amirlerinden biridir. Burma’dan ayrıldıktan sonra Emperyal Polis gücünden de ayrılan Orwell, geri kalan ömrünü yazar olarak sürdürmüştür.
Burada sözünü ettiğimiz hikayeyi 1936 yılında birinci şahıs tekil bir anlatıyla kaleme aldı yazar. Büyük bir ihtimalle kolonyalizm ve iktidar ilişkilerine dair gözlemlerini anlatmak istemiştir.
Olay, bir fil etrafında döner.
Yavru fil, bir yerliyi ezerek öldürmüştür ve yerliler ceza olarak filin öldürülmesini talep ederler. Olayın kahramanı polis amiri, büyük bir ikilem içine sürüklenir.
Bir yanda öfkeli bir yerliler grubu ve diğer yanda ise yüreği yavru bir fili öldürmeyi kaldırmayan iyi kalpli polis amiri...
Fili aramaya koyulan amir, yavru olduğu her halinden belli olan hayvanı bir pirinç tarlasında keyifle beslenirken bulur. Hayvana kıymak istemiyordur ama fazla bir alternatifi de yoktur. Yerliler öfkeli bakışlarla ondan eylem beklemektedirler.
“Güruh benden bunu istemektedir, başka seçeneğim yoktur. Beni buna iten iki bin kişinin iradesine karşı konulamaz” der.
Fakat aslında karşı konulamaz olan, kolonyalizmin gücüdür. Kolonyal düzen kendisinden bu konuda yerlileri tatmin etmesini istemektedir, çünkü düzeni korumak bunu gerektirmektedir.
İyi kalpli polis sonunda vicdanını iptal edip, kolonyalizmin gereğine kulak vermek zorunda kalır ve ağzından şu sözcükler dökülür: “Bir Sahip (yazar sahip sözcüğünü Kolonyal Efendi anlamında kullanmıştır) bir Sahip gibi davranmakla mükelleftir. Kararlı görünmelidir. Ne istediğini bilmelidir ve ona göre davranmalıdır.”
Ağzından dökülen bu sözcüklerle birlikte ilk kurşunları sıkar. İsabetsizdir. Tekrar tekrar attığı kurşunlar sonunda fili yere serer. Yere yıkılan fil yavaş yavaş can verir...
Bu olay sömürgede görev yapan kolonyal memurları ikiye böler. Daha yaşlı olanlar filin öldürülmesinden yanadırlar. Genç memurlar ise bir yerli yüzünden bir filin öldürülmesine karşı çıkarlar. Alt tarafı, ölen “değersiz” bir yerli, bir Kuli’dir, yani seyyar bir göçmen...
Olayın etkisinden kurtulamayan kolonyal polis amiri, “ben bu işi gerçekte neden yaptım” diye kendi kendini sorgulamaya koyulur. Yerlilerin düşmanca bakışları yüzünden mi, yoksa kolonyal Efendi olmanın gereği mi diye kafa yorar.
Sonunda şu sonuca varır: “Hayretle, bu gerekçelerin hiçbirinin bunu neden yaptığımı açıklamadığını düşündüm. Asıl neden, gülünç duruma düşme korkusuydu.”
Evet, kalabalıklar karşısında gülünç duruma düşmeyi kimse istemez elbette. Kitleler karşısında bireyin güçsüz kaldığı bir vakıadır. Tam da bu yüzden, totaliter rejimler kitleleri coşturmak için her yola başvururlar, çünkü bireyin otonomisini ve fikirlerini ortadan kaldırmanın en kestirme yolu, kitleleri bireylere saldırtmaktır. Nitekim hikayenin yazarı George Orwell de daha sonra yazdığı Hayvanlar Çiftliği ve 1984 adlı çalışmalarında totalitarizm konusunu işleyecekti.
Fakat yukarıda özetlediğimiz hikayede Orwell’in üzerinde pek durmadığı önemli bir boyut daha vardır: Kolonyal İmparatorluğun gücü karşısında boyun eğmek!
Kolonyal polis amiri, fili sadece gülünç duruma düşmemek için öldürmemiştir. Kolonyal iktidarın gereğini yerine getirmiş, kolonyal iktidara biat etmiştir. Kolonyal düzenin devamını sağlama uğruna kişiliğinden, değer ve inançlarından vaz geçmiştir. Vicdanını iptal ederek aklını kolonyalizmin hizmetine sunmuştur. Bu da onu, kişi olarak aciz ve güçsüz bir konuma sürüklemiştir.
Yerli ahaliye biat edermiş gibi yaparak fili öldürürken acizlikten kurtulacağını, güç sahibi olacağını düşünmektedir ama gerçekte kolonyal iktidarın taleplerini yerine getirmiştir.
Ve bu gerçeği kendine itiraf edemediği için, kendini aldatarak fili “gülünç duruma düşmemek için öldürdüğüne” inanmak istemektedir...