Kıbrıslı Türklerin ve Rumların Türkiye’de olup bitenleri dikkatle izlediklerinden kuşkum yok. Türkiye, son 30 yıldır şiddet yoluyla çözmeye çalıştığı Kürt sorununu gerçekten büyük bir anlayış değişikliğiyle çözme yoluna girdi. Son 4 aydır Türk ve Kürt gençleri birbirini öldürmüyor. Değil konuşulması, yazılması, düşünülmesi bile hayal sayılan her şey konuşulmaya, yazılmaya, tartışılmaya başlandı.
Aslında bugün yaşadığımız süreç henüz özel olarak Kürt sorununun, genel olarak demokratikleşme sorununun çözümüne yönelik bir süreç değil. Henüz sorunlarımızı şiddete başvurmadan konuşabilmeyi öğrenme aşamasındayız. Kürtler silaha başvurmadan dertlerini anlatmayı, Türkler silahla susturmadan sorunları dinlemeyi öğrenmeye çalışıyor şu anda. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganlarıyla hiçbir sorunun üzerinin örtülemediğini hisseden toplum, çözüm sürecini akl-ı selim ile yönetmeye çalışıyor. En küçük bir aykırı görüşte şiddete başvurmayı olağan sayan toplumlarda zor bu işler. Ama her şeye rağmen geride bıraktığımız 4 aylık süreç, geleceğe dair ümit vaat ediyor.
Türk ve Kürt milliyetçiliğinin birbirinin boğazını sıkmadan konuşmaya çalışmayı denediği şu günlerin “konu solağı” haliyle kendisini sol-sosyalist olarak tanımlayan unsurlar. Güzel güzel birbirini öldürmekteyken birden bire nereden çıktıysa (!) birbirini dinlemeye ve barışmaya karar veren Türk ve Kürt milliyetçiliğinin birbiri ardınca gelen karşılıklı ataklarını şaşkınlıkla izliyorlar. Silahlar susup, barut ve kan kesilip, toz duman durulunca Türkiye solu kelimenin tam anlamıyla “kabak gibi” ortalıkta kalakaldı. Kolay değil, ezberler bozuldu!
Herkesin “mış gibi” yaptığı ülkemizde sol da sol “muş gibi” yaptığı için, yıllardır Lenin’den ezberlenen ama özüyle gerçekte hiç mi hiç ilgilenilmeyen “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ayet-i kerimelerinin tekrarıyla yetindi. Sol “muş gibi” yapanların onlarca yıldır yaptıkları bütün yayınlara bakarsanız Kürtlerden, Kürt sorununun çözülmesi gerektiğinden, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olduklarından dem vurduklarını görürsünüz. Bunun nasıl ve hangi koşullarda olacağı konusu ise haliyle her şey gibi “devrimden sonrasının” mevzusuydu. Devrim olacak, sosyalizm gelecek, Kürt sorunu da pat diye, kendiliğinden çözülmüş olacaktı. “Ulusal sorun çözüldü” diye yıllarca keklendiğimiz Sovyetler Birliği’nin, Yugoslavya’nın çöküp dağılır dağılmaz “sorunu kalmamış halkların” birbirlerinin gırtlağına nasıl sarıldığını izlemek bile ders olmadı bize. Her şeyin ardında emperyalizmin o kirli parmağını gördüğümüz için, “ulusal sorun aslında çözülmedi” diyeni de emperyalizmin uşağı saydık, çöküş sonrası halkların birbirinin gırtlağına sarılmasının sorumluluğunu da emperyalizme bağladık.
Türkiye solu, Muhafazakâr sağcı AKP’nin 2009’da “demokratik açılım” adı altında tartışmaya açtığı paketi derin bir kuşkuyla karşıladı. Öyle ya? Kürt sorununun çözümü gibi “devrimci” bir ajandanın AKP gibi bir partinin çekmecesinden çıkması olacak şey miydi? E ama çıktı? Çıktı ve sağlı sollu tüm engellemelere rağmen bugün bütün Türkiye Türkler ile Kürtlerin eşitliğini tartışıyor.
Sol ne yapıyor peki? TC ile Kandil-İmralı arasındaki mektup trafiğini, bu mektuplaşmanın sonucu olarak ortaya çıkan gelişmeleri tenis maçı izler gibi izliyor. Şaşkınlığı üzerinden atıp utanmazlığı ele alanlar, Ergenekon’cularla birlikte “Akil İnsan Toplantısı Basmaca” oynamaya başladı.
KCK Yürütme Kurulu Üyesi Zübeyir Aydar, “Türk solu bizi anlamıyor” diyerek durumu kendince izah etti. Türk solu, PKK’nın asıl muhatabı olan TC Devleti ile masaya oturup müzakere ve uzlaşma yoluna gitmesine bir anlam veremiyor gerçekten. Beklenen şey, 30 yıldır yeneni-yenileni olmayan bir savaşın olduğu gibi sürüp gitmesi. Bu sayede Türk solcuları “mış gibi” yapmaya devam edecekler, Newrozlarda, 1 Mayıs’larda, bilumum meydanlarda “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” sloganını atabileceklerdi… Şimdi şaşkınlık o ki, kardeşliğin parametreleri belirlenmeye çalışılıyor. TC Devleti ve PKK savaşı bitirmek, egemenliği paylaşmak üzere oturdukları masadan mümkün olan en iyi sonuçla kalkmak için uğraşıyorlar.
AKP artık şehit cenazesi istemiyor ve silahların sustuğu bir ortamda Kürtleri İslam kardeşliği ve Ortadoğu’da yeni hedefler doğrultusunda yanına çekmeye çalışıyor. PKK 30 yıllık savaşın sonunda Kürtlere “neden savaştığını” anlamlı biçimde açıklayabileceği kazanımlarla kalkmak istiyor masadan. İki tarafın da yüzde 100 mutlu olmayacağı ama iki tarafın da kendi tabanlarına kabul edilebilir bir vasatla dönmek istediği bir süreç bu.
Türkiye solu bu sürecin yönlendiricisi, inisiyatif alan aktörü değil. Bu saatten sonra da tren çoktan kaçtı. Artık bu noktadan sonra sadece “ayak bağı olmayacak”, “gölge etmeyecek”, “işi zorlaştırmayacak” bir figürasyonla yetinmek zorunda. Zira kendisini solcu olarak ifade edenlerin şu ana kadar söylediklerine, yazıp çizdiklerine, eylemlerine bakınca bariz biçimde “devletçi” bir çizgide konumlandıkları ortada.
Çok yazık değil mi? Sen onlarca yıl Kürt halkının haklarını savunur-muş gibi yap, sonra Kürtler kalksın TC Devletiyle masaya oturup senin yüzüne bile bakmasın? Çok yazık!
Eğer Lenin’i oku-muş ve anla-mış gibi yapmasalardı, “ezen ulus sosyalistlerine, kendileri talep etmeseler bile ezilen ulusun ayrılma hakkını savunmak zorunda olduklarını” vazettiğini hatırlayacak ve bugün “üniterizme ve misak-ı milli’ye” sadakat beyan eden Öcalan’ın karşısına “üniterizm de nereden çıktı yahu? Hiç değilse federalizm deseydin bari” diyebileceklerdi. Bilakis, Türkiye solu gözüne far tutulmuş tavşan gibi izlediği süreçte, sıkı sıkıya tutunduğu üniterizmden bir milim sapacak mecalden bile yoksun…
Ben hâlâ umutla, “ne üniterizmi yahu?” diye masaya vuracak ve Kürtler ile Türklerin gerçekten egemenliği paylaşabilmelerinin koşulu olan federalizmi seslendirecek bir sol beklentisi içerisindeyim… Özellikle de “başkanlık rejimi” hesabı yapanların diktatoryal heveslerinin panzehriyken federalizm!
Türkiye solu Kürtlerin ayrılma hakkını da saklı tutmak kaydıyla, demokratik federal bir cumhuriyetin savunuculuğunu yapmadığı ve TC Devletine dönüp, “hayırdır Türkiye’de üniterizm, Kıbrıs’ta ayrılıkçılık? Bu nasıl iş?” demediği sürece “mış gibi” yapma geleneğini sürdürmekten başka bir rol alamaz Türkiye’nin geleceğinde.
Vaz geçtim federalizmi, ayrılma hakkını dillendirmelerinden… Türkiye solu, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türklerin, bu ülkede kendileri dışında halklar ve haklar bulunduğunun ayırdına vardığı şu sürecin derinleştirilmesine katkı sunmak bir yana, hiç değilse “emperyalizm ülkemizi bölmek istiyor” teranelerinden vazgeçse bile razıyım. O haldeyiz yani…
Denizin ötesinde olup bitenler bu… Görüyorsunuz, her türlü sorunun çözümünü, devrimden sonra bırakanların, sorun kendi dışlarında çözüldüğünde apışıp kalanların halini…
“Sana söylüyorum kızım, gelinim sen anla” der ihtiyarlar… Bilmem anlatabildim mi?