20 Temmuz 2015, Suruç katliamı, 34 kişi hayatını kaybetti, 100 kişi yaralandı (IŞİD)
10 Ekim 2015, Ankara Gar katliamı, 107 kişi hayatını kaybetti, 500 kişi yaralandı (IŞİD)
12 Ocak 2016, İstanbul Sultanahmet katliamı, 13 kişi hayatını kaybetti, 16 kişi yaralandı (IŞİD)
17 Şubat 2016, Ankara Bakanlıklar katliamı, 29 kişi hayatını kaybetti, 61 kişi yaralandı (TAK)
13 Mart 2016, Ankara Kızılay katliamı, 37 kişi hayatını kaybetti, 125 kişi yaralandı (TAK)
Türkiye’de son 9 ayda sadece 5 canlı bomba saldırısında toplam 220 kişi hayatını kaybetti, 802 kişi yaralandı.
5 saldırının da ardından Başbakan, İçişleri Bakanı, Sağlık Bakanı ve Adalet Bakanı ekranlara çıkıp birbirinin aynı şu cümleleri söylediler: “Türkiye Cumhuriyeti güçlü devlettir, terörizm karşısında diz çökmeyecektir. Kınıyoruz, lanetliyoruz!”… Bu kadar! Hiçbir siyasi yetkili istifa etmedi. Ankara Emniyet Müdürü haricinde hiçbir yetkili görevden alınmadı.
Öte tarafta çözüm sürecinin çökertilmesiyle başlayan savaşta 23 Temmuz 2015’ten bu yana (sadece gazete haberleri taranarak 370’e ulaşabilmek mümkünse de), Erdoğan’ın açıklamasına göre “300’ün üzerinde” güvenlik görevlisi hayatını kaybetti.
Öbür yanda, operasyonların sürdüğü Kürt illerinde sivillere karşı kabul edilemez insan hakları ihlalleri var:
Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın yayınladığı Cizre raporunda, sadece 3 bodrumdan 178 cesedin otopsi için gönderildiğini ve bu sayının artacağını söylüyor.
Mazlum-Der Silopi raporunda 37 günlük sokağa çıkma yasağı sırasında 29 sivilin ölümüne dair döküm yapılmış. Mazlum-Der Nusaybin’de 5, Dargeçit’de 7, Silvan’da 5 sivil ölümünü kayıtlarına geçirmiş. Olağanüstü koşullarda inceleme yapan heyetlerin raporları oldukça sınırlı ve henüz dağınık olduğundan ve operasyonlar halen devam ettiğinden sağlıklı rakamlara ulaşmak çok zor. Fakat erişebildiğim bu rakamlar bile sivil kayıplara dair fikir veriyor.
Onbinlerce insanın çatışmalar nedeniyle evlerini ilçelerini, illerini terk ettiğini; opeasyonlar bitip evlerine dönebilenlerin ise korkunç bir yıkımla karşılaştıklarını da biliyoruz.
Türkiye artık bir savaş ülkesi. Bu gerçek yakın zamana kadar batı illerinde hissedilmiyor ve devletin son 30-40 yıldır yürüttüğü “örtülü savaş” kurallarıyla “yaşanabileceği” umuluyordu. Ama artık öyle değil. Sadece askeri hedefleri değil, sivilleri de hedef alan savaş artık maalesef doğudan batıya şehirlerde ve anlaşılan o ki daha da tırmandırılacak.
PKK’den bağımsız hareket ettiği ileri sürülen TAK, şehirlerde güvenlik görevlisi-sivil ayrımı yapmayan insanlık dışı katliamlara imza atmaya başladı. Gerekçe en az yapılan katliamlar kadar utanmazca: “Devlet de Kürt illerinde sivilleri hedef alıyor”… Türkiye’de sivil toplum kuruluşları, barış isteyen herkes operasyon bölgelerindeki sivil ölümlerine dikkat çekiyor, şiddetle kınıyorken, sözde bu ölümlerin intikamını almak adına, katliam eylemleri yapmak hangi gerekçeyle açıklanabilir?
TAK, 13 Mart katliamının ardından yaptığı açıklamayı şu cümleyle bitiriyor: “Türkiye’de yaşayanlar bilmelidir ki faşist diktatörlük yerle bir edilinceye kadar hiç kimsenin yaşamı güvence altında değildir!”… Asker- sivil gözetmeksizin, “Türkiye’de yaşayan herkesin hedef olabileceğini” açıkça ilan eden bu sözler aslında devletten çok, barış isteyenlerin sesini kısmaya yöneliktir. Zira savaştan en çok çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan siviller zarar görür. Bir de barış isteyenler!
Genizlere dolan kan kokusuyla kendinden geçen radikal unsurlar ve devlet her yeni ölümde savaş ve intikam naralarını daha da yükseltirken, barışı dillendirenlerin sesi yavaş yavaş kısılır. Savaştan beslenenlerin hedefine artık birbirlerinden çok barışı dillendirenler oturur. Tıpkı şu anda olduğu gibi…
Nitekim gözaltılar, soruşturmalar, kovulmalarla barış isteyen akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler, aydınlar üzerinde akıl almaz bir devlet terörü estiriliyor. Anayasa Mahkemesi’nin gazetecilere verilen haksız tutuklamaları iptal kararı öfkeyi daha da artırdı. Erdoğan ekranlardan, Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımadığını ilan ediyor ve alt mahkemeye “tutuklama kararında ısrar edin” telkininde bulunuyor. Bu da yetmiyor, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının bir an önce kaldırılması için TBMM Başkanlığına çağrıda bulunuyor. Bu da öfkesini yatıştırmıyor Erdoğan’ın ve ekranlardan “ya bizdensizin ya terörizmden yanasınız” diyor ve terörizm tanımlamasını “illa elinizde silah olması gerekmiyor, yazdıklarınız, söyledikleriniz de terör faaliyetidir” sözleriyle “genişleterek” ülke genelinde barışı dillendiren herkesi “terörist” ilan ediyor.
Peki şimdi ne yapacağız?
En iyi bildiğimiz şeyi yapmak dışında yeni bir şey yapmayacağız aslında… Devlet tüm ceberutluğuyla üstümüze çöküp “Barış istemekten vazgeçeceksin!” dediğinde de, terör örgütü hedef gözetmeksizin hepimizi katletmekle tehdit ettiğinde de, her ikisine karşı yaşamı, barışı savunmaya, dillendirmeye devam edeceğiz.
Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Lazların, Çerkeslerin, Rumların, Yahudilerin, Alevilerin ve cümle kimliklerin eşit ve özgürce, barış içerisinde bir arada yaşayabilecekleri bir ülke hayal etmeye ve bu hayatı dillendirmeye devam edeceğiz. Tıpkı askeri diktatörlük döneminde olduğu gibi, sivil diktatörlüğün terör estirdiği bu yeni iklimde barışı dillendirmeye devam edeceğiz.
Terör örgütüne dönüp “derhal elini tetikten çek, derhal bu iğrenç katliamlara bir son ver” diyeceğiz.
Devlete dönüp “ülke içerisinde derhal operasyonlara son ver, çözüm masasına geri dön, Suriye bataklığından derhal çık” diyeceğiz.
Sesimiz, kana kan ve intikam naraları atanlardan daha güçlü çıkacak. Kan, kin ve nefretin barış karşısında geçici mevzi kazandığı bu coğrafyada barışın saflarını biraz daha sıklaştıracağız.
Barış, demokrasi ve eşitlik isteyenlerin elinde silah, dilinde nefret, kalbinde kin yok. Sadece (o da şimdilik) yazabildikleri elleri, söz söyleyebildikleri dilleri var. Ta ki sesi duyulmasın diye binlerce özgürlük sevdalısıyla birlikte stadyuma kapatılan; gitarını çalamasın, şarkısını söyleyemesin diye parmakları kırılan, dili koparılan Victor Jara gibi yazamayana, söyleyemeyene kadar…
Bildiğimiz tek şey bu çünkü: faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir…