Amerikalı filozof Martha Nussbaum, “The Monarchy of Fear” (Korku Monarşisi) adlı kitabında, ünlü Fransız yazar Marcel Proust’un “Kaybolan Zamanın İzinde” adlı eserinden yola çıkarak korku üzerine önemli saptamalarda bulunuyor.
Örneğin, korkuya yenilen bireylerin başkalarına karşı empati duygusu geliştiremeyeceklerini söylüyor. Doğaları gereği başkalarına bağımlı olan ve onları bir araç gibi kullanan bebekler gibi, kendinelerini herşeyin merkezine koyarlar. Narsisist bir saplantıyla sadece kendileriyle iştigal ederler.
En vahimi, çevrelerinde herkesi ve herşeyi onlara hizmet eden bir araca dönüştürmek isterler. Bireylerin farklı gerçeklikleri, ihtiyaçları veya mutluluk arayışları olabileceğini düşünmezler. Herkes onları sevmeye, kendinden vazgeçercesine onlarla ilgilenmeye mükellefmiş gibi davranırlar. Başkalarının mutluluğu onların umurunda değil.
Onları korku yönetiyor ve tek derleri korkuya yenilmiş benlikleridir.
Martha Nussbaum, Marcel Proust’un kitabında yer alan anlatıcı kahramanın kişiliğini böyle yorumluyor...
Kahramanımız çocukken geceleri çok korktuğundan uyuyamıyordu. Annesini yatağının başucunda tutmak için her türlü numarayı yapıyordu. Annesinin mutluluğu onu hiç ilgilendirmiyordu. İstediği tek şey, annesinin onun ihtiyaçlarına cevap vermesi ve korkusunu giderecek önlemler almasıydı.
Hikayenin kahramanının bu özelliği büyüdüğünde de değişmedi ve aşk yaşamını bütünüyle belirledi. Korkusu yüzden etrafındaki herşeyi araçsallaşttıma huyunu, büyük aşkı Albertine’e de yansıttı. Albertine yanında olduğunda mutlu oluyordu ve dizinin dibinden ayrılmamasını istiyordu. Kendini en çok, Albertine uyurken güvende hissediyordu.
Gelgelelim, Albertine bağımsız bir kişiliğe sahipti. Onun bir aracı haline getirilmesine karşı çıkıyordu. Bu durum, kahramanı adeta çılgına çeviriyordu. Kıskançlık krizlerine kapılıyor, hayatı hem kendisine hem de Albertine’e zehir ediyordu. Onu bir yerlere kapatamak istiyordu...
Peki, Albertine’i gerçekten seviyor muydu? Elbette hayır! Onu, kendi ihtiyaçlarını gidermek için bir araç olarak görüyordu. Korkunun hükümranlığına yenilmiş, narsisist bir saplantı içinde herşeyin kendisine hizmet etmesini istiyordu...
Nussbaum’a göre, öfke kendimizi kolay kaptırdığımız ilkel bir duygudur. Korku ise başımıza kötü bir şey gelecek duygusuna kapılıp kendimizi korumasız hissetmemizden kaynaklanıyor. Her iki durumda da kişi empati yapamaz. Empati, korku ve öfkeden daha farklı olarak, görece sofistike bir düşünme yeteneği gerektiriyor.
Sosyal psikolog Arno Gruen de, kendi acılarıyla yüzleşemeyen, kendilerini korkuya kaptıran ve korkularıyla baş etmeye uğraşmayan insanların duygudaşlık geliştiremeyeceklerini söyler.
Bireylerde olduğu gibi, toplumlar da korkuya kapıldıklarında empati geliştiremezler.
Ve gerçek şudur ki, Kıbrıs Türk toplumu bir korku toplumudur. Bu konuya çeşitli kitaplarımda ele aldım. (Bak, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, Bir Hınç ve Şiddet Tarihi.)
Modern dünyanın sarsıcı gelişmelerinin Kıbrıslı Türkleri derin endişelere sevk ettiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, Helen milliyetçiliğinin yükselişi ve modernleşmenin başdöndürücü dinamiklerinin Kıbrıs Türk toplumunu bir korku toplumuna dönüştürdüğü bilinen bir vakıadır.
Fakat en vahimi, siyaset erbabının bilinçli olarak koku-eksenli politikalara yönelmiş olmasıdır. Sonunda, toplum her şeyden korkar oldu. Ekonomik rekabetten, Kıbrıslı Rumlarla bir arada yaşamaktan, “içimize Rumların gelmesinden” vs. Bu yüzden empati yeteneği gelişmedi ve sadece kendi yaşadığı haksızlıklara yoğunlaştı. Başkalarının acılarına karşı duyarsız kaldı.
Korku Monarşisinin hüküm sürdüğü bir toplumda empati duygusu gelişmez!
Kibir İmparatorluğu
Empatiyi yeteneğininin gelişmesini sadece “Korku Monarşisi” engellemez. Kibir ve kibir kaynaklı narsisizm de empatiyi yok eder. Kendini beğenmiş bireylerle toplumlar, başkalarıyla empati yapamazlar. Narsistler sadece kendilerini bilir, kendilerini söylerler...
Ve eğer tarihsel, siyasal ve ekonomik nedenlerle karşı karşıya gelen toplumların birinde korku, diğerinde kibir baskın duygu ise, barışa ve barışmaya yönelmek neredeyse imkansızdır.
Ünlü Şilili yazar Ariel Dorfman, barışa ulaşmak için iki önemli erdemden söz ederken, zayıf tarafın korkularını yenmesinden, güçlü tarafın da kasılmaktan vazgeçmesi gerektiğini vurgular. Aksi halde, ne savaşın önüne geçilebilir, ne de barış yapılabilir.
Korku ve Kibir Barışı Engeller
Gerçekten de zayıf olan tarafın korkularını yenmeye çalışması, güçlü tarafın da kibirden uzaklaşarak zayıf tarafı anlamaya çalışması, barış için sahip olmamız gereken erdemlerin başında gelir.
Bitmeyen uyuşmazlıkların ve fiilen ateşkes ortamının hüküm sürdüğü bir savaş mekanı olan ülkemiz Kıbrıs’ta, maalesef bu erdemlerden eser yoktur.
1950’li yılların ikinci yarısında başlayan etnik çatışma çeşitli aşamalardan geçerek günümüzün bölünmüş Kıbrıs’ına kadar gelmişse, bu, zayıf tarafın korkularına yenilmesi, güçlü tarafın da kibirli olmasındandır.
1974 öncesinde Kıbrıs Türk toplumu zayıf taraftı ve bütünüyle korkuya yenilmişti. Güçlü taraf olan Kıbrıs Rum toplumu ise, Kıbrıs Türk toplumunun korku ve endişelerini gidermesine yardımcı olmadığı gibi, kibirli tutumuyla korkuların depreşmesine yol açtı.
1974’te roller değişti. Adada güçlü taraf Türkiye oldu. Kıbrıs Rum toplumu derin bir Türkiye korkusuna kapıldı. Toplumu her hücresini kuşatan bu korku karşısında Türkiye, kibirle, kendini beğenmiş bir edayla, kasım kasım kasılıyor. Kıbrıs Rum toplumunun korkularını gidermesine yardımcı olmadığı gibi, bu korkuları depreştiriyor.
Kıbrıs’ta uzun yıllara yayılan barış yoksunluğunun arkasında işte bu Korku ve Kibir Diyalektiği yatıyor.
Ve Korku ve Kibir Diyalektiğinin hüküm sürdüğü ülkemizde günümüz sefil, geleceğimiz ise belirsizdir...