Aslı Murat
asli.muratt@gmail.com
Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini belirleyecek seçim için yurt dışında oy verme süreci başlamış olsa da, esas sonuç 14 Mayıs gecesi alınacak. Son günlerde açıklanan anketlere ve onlar üzerinden yapılan yorumlara göre, iki turlu bir sürecin yaşanacağı öngörülüyor. Yine hemen hemen herkes, az bir farkla da olsa, Millet İttifakının adayı Kılıçdaroğlu’nun ipi göğüsleyeceği tespitinde bulunuyor. Tabi ki mevcut iktidara olan güvensizlik, soru işaretlerini beraberinde getiriyor. “Ya seçime şaibe karışırsa? Ya kaybetmesine rağmen gitmezse?” vb kaygılar, 20 yıllık AKP iktidarının yarattığı korku iklimi nedeniyle zihinleri işgal ediyor. Yerel seçimlerde gerçekleşen tablonun ardından bu kaygıyı yersiz buluyorum. Hatta algıyı yaratanın da kendisi olduğuna inanıyorum.
Eğri oturup doğru konuşalım. Çok kolay bir mücadele sürecinden bahsetmek mümkün değil. Özellikle AKP’nin ve tabi ki küçük ortağı MHP’nin beslendiği ve güç kazandıkları en önemli husus, kutuplaştırma siyaseti. Bunu çok farklı araçlar üzerinden yürüttüler ve yürütüyorlar. Türkiye tarihine bakıldığında, özellikle Türk milli kimliğinin baskınlığı üzerinden kurgulanan yaklaşım her zaman vardı ve bugüne neden olan sorunlar arasında ilk sıralarda yer alır. Geçmişte var olan milliyetçilik sosuna şimdi de siyasi İslam eklendi. Böylece milli kimlik baskısı, dini ve kültürel alana genişleyerek daha da katmerlendi. Kısacası demokrasi krizi ve ötekileştirme politikası yıllar içinde farklı kulvarları da bünyesine kattı.
Ama geçmişin tersine bugün, muhalefetin başka türlü bir yol inşa ettiği ortada. Can Yücel’in dizelerini yazıp Yeni Türkü’nün seslendirdiği şu meşhur şiir var ya, “başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer ne de buluta, burası gibi değil gideceğim memleket”, işte o hesap. Birbirine taban tabana zıt siyasi görüşlere sahip partilerin, uzun zamandır kaybedilen rasyonel düşünme ve davranma pratiği temelinde bir araya gelebilmesi, geleceği kurabilme umudunu yeşertti. Sadece 6’lı masadan da bahsetmiyorum. Geçtiğimiz hafta Ahmet Şık’ın yakışıksız sözleri dışında, Yeşiller ve Sol ile TİP de, aydınlık yarınları birlikte kurmak için dışlayıcı dil ve yöntemleri tercih etmiyor. Çünkü mücadele edilen hedef ortak. En makul strateji ise, ekonomik çöküş ve otoriter zorbalığa karşı dayanışma göstermek. Muhalefetin bütünleştirici tutumu, mevcut iktidarın düşmanlaştırıcı silahını kullanabilmesinin önüne ağır aksak da olsa geçebildi. Sürecin başında isimler üzerinden birtakım anlaşmazlıklar yaşansa da, ilkeler ve hedefler doğrultusunda bir mücadele ağı kurulabildi.
Tabii ki birlikte yol alabilmelerine yardımcı olan toplumsal sorunları da yok saymak olmaz. Gittikçe derinleşen yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlik, genç işsizliği, liyakate dayanan sistemin var olmaması ve hukukun yok sayılması, kadın ve çocuklara yönelik suçlarda patlama yaşanması gibi temel sorunlar çözülmez bir aşamaya ulaştı. Bu ortam, doğal olarak insanların kimlik ayrımına önem vermesinin de önüne geçti. Netice itibariyle, her şeyin ötesinde, onurlu ve insanca yaşayabilmenin en önemli değer olduğu anlaşıldı.
Ayrıca iktidarın hak ve özgürlükler alanında yarattığı baskılar, ekonomik çöküntü başta olmak üzere sosyal yıkımı da beraberinde getirdi. Gazeteciler, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar, doktorlar, avukatlar, insan hakları savunucuları ve muhalif siyasetçiler gibi demokrasinin gereğini yerine getirerek memleketine dair fikrini beyan eden herkes hapsedildi veya ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldılar. Her türlü hak talebi “terör” olarak tanımlandı ve din, bireylerin inançlarını aşarak siyasetin ana aktörü hâline geldi. Sadece Türkiyeli aydınlar bu zulmü yaşamadı. Güvenlik tehdidi oluşturdukları gerekçesi ile eli kalem tutan ve her geçen gün ismi listeye eklenen kimi Kıbrıslı Türklerin (bir nevi terörist muamelesi görerek) Türkiye’ye girişi engelleniyor. Bir diğer sorun, geçmişten bugüne var olan “anavatan – yavru vatan” konseptine göre “Türklüğümüz”, son zamanlarda ise siyasi İslam üzerinden “Müslümanlığımız” sorgulanarak, ne şekilde yaşamamız gerektiğinin dikte edilmesidir. Seçimin ardından, öyle ya da böyle, yeniden şekillendirilecek Türkiye dış politikasında, Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyasi irade ile eşit ilişki kurmaya yönelik bir revizyona ihtiyaç olduğu açıktır.
İlk başlarda tüm otoriter, akıl dışı ve popülist yönetimlerde olduğu gibi hakikati diledikleri gibi manipüle etseler de, netice itibariyle insanlar soğan alamayacak noktaya geldiklerinde var olan yıkım tüm çıplaklığı ile ortaya çıktı. İlk işaret fişeği, Gezi Direnişinde atıldı. 2013 yılında ciddi bir kırılma yaşandı. Yavaş yavaş şekillenmeye başlayan havuz medya, sokakta canını dişine takarak mücadele eden gençlerden ziyade penguen belgeselleri yayınlamayı tercih etti. Gel gör ki teknolojik gelişmeler, anti demokratik yönetimleri alt etti. Yapılan araştırmalar, seçmenin üçte birinin haber dinlemek için televizyon ve geleneksel medyayı kullanmadığına işaret ediyor. Alternatif medya kanalları, ülkeyi parsel parsel midesine indiren yönetimin “kul hakkı yiyen” gerçekliğini gün yüzüne çıkarıyor.
Son olarak, Kıbrıslı Türkler olarak bizi de derinden etkileyen 6 Şubat depremi, AKP’nin insanlığı yok sayan, rantçı ve bilim tanımaz tutumu nedeniyle, on binlerce insanın hayatını kaybettiği bir felaketle sonuçlandı. Ağızları taşarak kutsadıkları iktidar, insanları ölüm ile baş başa bıraktı. Onları ne koruyabildi ne de kurtarabildi.
14 Mayıs seçimi sadece Türkiye’yi etkilemeyecek. Öncelikli olarak Kıbrıs’ın kuzeyine sıkışıp kalan bize ve zorbalar tarafından idare edilen diğer coğrafyalara da bir referans olacak. Siyasetin, güven sağlayarak demokratik değişimleri getirebileceğine dair inancın yeniden hayat bulması için, bütüncül düşünmekten başka çare yok. Bu çerçevede, muhtemel bir iktidar değişimi ardından; yoksullukla mücadele, sosyal devletin güçlendirilmesi, yargı bağımsızlığının yeniden tesis edilmesi, liyakatin devlet yönetiminde söz sahibi olması, kuvvetler ayrılığı ilkesi çerçevesinde parlamenter sistemin ayağa kaldırılması ve Kıbrıs sorunu dâhil Kürt meselesinin bir neticeye vardırılması gerekiyor. Böylece yıllardır örülen korku siyaseti yerini toplumsal uzlaşmanın hâkim olduğu bir demokrasiye bırakabilecek.