Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız, Avustralya’dan araştırmacı-yazar, grafik sanatçısı ve akademisyen Konstantinos Emmanuelle, Korno köyünden George Michael’ın hikayesini, kendi yaratmış olduğu “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” sayfası için üç bölüm halinde kaleme aldı. Biz de bu değerli arkadaşımızın bu çok ilginç yazısını okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle, “Tales of Cyprus”ta şöyle yazıyor:
*** George Michael’la (şarkıcı olan değil) eşimin ailesi aracılığıyla 20 sene kadar önce tanışmıştım ancak bu sene nihayet onunla oturup hayat hikayesini belgelemeyi başardım. Ve amma hikaye ha! Gerçekten de harika uzunlukta ve zenginlikte bir hikaye bu, o nedenle üç bölüm halinde yayımlamaya karar verdim bu hikayeyi... Umarım seversiniz...
*** George Michael (Yorgos Mihali olarak dünyaya gelmişti) Korno köyünde 24 Temmuz 1924 tarihinde doğdu. Babası Mihalis Çaeras “Karekla” (“Karekla” Rumca’da sandaliye demektir – S.U.), annesi ise Uraniya Hacıyorgo idi. George, beş çocuğun en küçüğü idi. Kardeşleri Hristoforos 1918 yılında, Maria 1918 yılında, Alexandra 1920’de, Eleni ise 1922’de dünyaya gelmişti. Annesi Urania, bir oğlan evladını daha dünyaya getirmişti ancak bu bebek ne yazık ki vefat etmişti.
*** O günlerde kırsal bölgelerde yaşayan pek çok diğer Kıbrıslı çocuk gibi, George da ilkokul eğitimini tamamlayamamıştı. “Okuldan kaçıp köyde dolaşmayı seviyordum” diye anlatıyor bana... “11 ya da 12 yaşlarımdayken Korno köyüne başka bir köyden, Kadokopya’dan (şimdiki adı Zümrütköy – S.U.) bir mobilyacı gelmişti, adı da Vasili Tumba idi, köyümüze eşya getirmeye gelmişti. Beni yol kenarında boş boş otururken görünce babama beni Kadokopya’ya götürerek bana mobilya yapımını öğretmeyi teklif etmişti. Babam da bunu kabul etmiş ve böylece Mastro (Usta) Tumba’nın yanında çıraklığım başlamıştı. İlk yıl çok korkunçtu. Mastro Tumba bana hiçbirşey öğretmiyor, beni tarlalarında çalıştırıyordu, ya orak biçiyordum ya da ürünlerine veya hayvanlarına gözkulak oluyordum. Ellerimle ayaklarım şişmiş ve bana acı veriyordu, o kadar çok iş yapmaktan her yerim sızı içindeydi...”
*** Mastro Tumba ile iki yıl geçirdikten sonra artık George’un canına tak demişti. Babasına bir mektup yazarak eve dönebilmek için ona yalvaracaktı... “Çok hasta olduğumu yazmıştım babama... Babam da bana mektup yazarak ‘Tamamdır oğlum, ne zaman istersen gel ama yerde yatacaksın çünkü yatağını sattım’ demişti bana. İşte o zaman babamın benim eve dönmemi istemediği kafama dank etmişti... O, benim Kadokopya’da kalarak bir meslek öğrenmemi istiyordu... Nihayetinde Mastro Tumba bana gerçekten de mobilya yapımını öğretecekti ve bunda çok başarılı olacaktım...”
*** George, Mastro Tumba için mobilya yapıyor olsa da hiçbir zaman ödenmiyordu. O günlerde genç çıraklar için Kıbrıs’ta bu yaygın bir düzenlemeydi. Çıraklara yiyecek ve kalacak yer veriliyordu ancak kendilerine para ödenmiyordu... “Bazan birceez müşteri bana bahşiş olarak bir şilin veriyordu, ben de bu paraları gizli bir çekmecede saklıyordum ancak Mastro Tumba kurnaz biriydi ve sakladığım parayı bularak hepsini de aldı. Köyde birkaç üzüm satın alacak kadar bile param yoktu. Kadokopya’da geçirdiğim o dört sene çok acı çektim fakat çok şükür bir meslek öğrenebildim... Zanaatımın beni fakirlikten kurtaracağı için müteşekkirdim. Herşey yapabiliyordum: Pencere, masa, mobilya, herşey... Hatırlarım da kereste Kanada’dan geliyordu. O yıllarda her yere gidiyordum. Masari’de (Şahinler), Akaça’da, Avlona’da, Filya’da (Serhatköy), Peristerona’da, Aşağı ve Yukarı Zodya’da (Bostancı) müşteriler için mobilya yapıp siparişlerini teslim etmeye gidiyordum...”
*** George’un çıraklığı 1943 senesinde tamamlanmıştı. Korno köyüne geri döndü ve kendi mobilya dükkanını köyün tam ortasında açmayı başardı... “Zavallı anneciğim domuzunu 20 liraya satmıştı, böylece kereste ve alet edavat alabilecektim... Hemen ardından müşteriler sipariş için bana gelmeye başlamıştı. Ne yazık ki her zaman ödemiyorlardı beni... Hatırlarım da evlenmek üzere olan kızı için bir adam bana tüm eşyayı sipariş etmişti. Bir fiyatta anlaştık, onun için bir ganeppa (sofa), bir dolap ve bir şifonyer yaptım. Malzeme almam için bana iki lira vermişti ama bana dokuz lira borcu vardı daha... İşi bitirince, “Eşyaları benim eve götür, gelip sana borcumu orada ödeyeceğim” demişti. Ancak eşyaları evine götürdüğümde ortada yoktu, hiçbir yerde yoktu. O günden sonra sürekli beni kandırmaya çalıştı ve borcunu hiçbir zaman ödemedi... Delikipos’tan Yorgaci adlı bir arkadaşım vardı, o bana iyi bir tavsiye vermişti. “Hiç kimseden veresiye iş kabul etme... Aç gözünü... Kimseye güvenme” demişti bana. Yorgaci iyi bir insandı... Hatta bana kendi dükkanımı açabilmem için 20 lira borç para da vermişti. Nihayetinde para kazanmaya başladım ve 150 lira kadar da biriktirdim. Bu parayı gizli bir çekmecede tutuyordum. Annemle babam ne zaman paraya ihtiyaç duysa, her zaman onlara yardım ediyordum. Bir gün kızkardeşim Maria bu gizli çekmeceye para koyduğumu görmüştü... Gelip bana sarıldı ve ağlamaya başladı... ‘Hiçbir zaman bu kadar zengin olacak bir kardeşe sahip olabileceğimi düşünemezdim’ diye ağlıyordu...”
*** Kaliteli bir parça mobilya yapmak, George’un aşağı yukarı bir haftasını alıyordu. Yani tam olarak cilalanmış, cam kapıları ve kapı elcikleri takılmış bir hale gelmesi için bir hafta gerekiyordu... “Böylesi bir parça mobilyayı beş liraya satabiliyordum... Lefkoşa’da büyük bir mobilya mağazası olan bir adama cilasız mobilya parçaları satıyordum. Onları benden 10 ya da 15 liraya alıyor, kendi tamamlıyordu bitmemiş bölümlerini. Ve sonra da dükkanında bunları iki kat fiyata satıyordu...”
*** George, Kıbrıs’taki fakirliğin insanların dürüst olmayan biçimde davranmalarına, bazı bazı da hızlı ve kolay para kazanma yolları aramalarına ve başkalarını sömürerek bunu yapmaya kalkışmalarına yol açtığını anlatıyor... “O günlerde bazı Kıbrıslılar’ın ne kadar kurnaz olduklarına dair bir öykü anlatayım sana” diyor George... “Avustralya’ya göç için belgelerim geldiğinde köy muhtarına giderek bunları imzalatmam gerekti... Bay Safirri başvuruma bakarak ‘Bu kağıtları imzalayacam ama önce bana on şilin ver’ demişti. Ben de böylesi bir ücretin olamayacağını bildiğimden ona para ödemeyi reddetmiştim. Sonra da Pirga köyünde tanıdığım bir Kıbrıslıtürk polise gitmiştim. Adı İsmail’di... Derhal, hiç sorgusuz sualsiz kağıtlarımı imzalayacaktı bu Kıbrıslıtürk polis. Daha sonra Safirri’nin Korno’taki köylüler onun beleşe dağıtması gerekirken İkinci Dünya Savaşı esnasında İngilizler’in bağışladığı yiyecekleri sattığını öğrenince, köyden uzaklaştırıldığını öğrenecektim.
*** “1948 yılında neden Kıbrıs’tan ayrılmaya karar vermiştin?” diye soruyorum George’a... “Dinle!” diyor, “Savaştan sonra hayat bizim için çok zordu... “Annemle babamı görmeye gidiyordum, annem yerde yatıyordu, babam ise oturup kafa yoruyordu borçlarıyla ilgili olarak... Kıbrıs’tan ayrıldım çünkü annemle babamın bu kadar ızdırap çekmesini görmeye dayanamıyordum... Gerçeği söylemek gerekirse, bir mobilya yapımcısı olarak hayatımı kazanmaya çalışırken bazı müşterilerimin namussuzluklarını da artık kaldıramıyordum” diyor.
*** George, Kıbrıs’tan ayrılmadan birkaç gün önce babasıyla son bir kez kahve içmek için Korno köyündeki kahvehaneye gitmişti.. “Kahvehaneye gider gitmez, Mihalis Papadopulos gelip bize katıldı. Köyün en zengin adamıydı, aynı zamanda borç para vermekteydi. Kahvelerimizi içtikten sonra Mihalis’e babamın kendisine ne kadar borcu olduğunu sordum. “Altı lira” dedi yüksek sesle... İnanır mısınız babam evleneceği zaman bu adamdan altı lira borç almıştı ve sürekli ona taksit ödediği halde, 31 sene sonra borcu hala altı liraydı! Babam borcunu ödemek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, hala aynı miktarda borcu oluyordu... Cüzdanımı çıkarıp Mihalis’e altı lira verdim. Parayı görünce gözleri açıldı. “Bu parayı nereden buldun?” diye bağırdı bana. “Seni ilgilendirmez” dedim ona kararlılıkla... “Bana bir makbuz ver” dedim. Bir an çok rahatsız göründü... “Makbuz defterim yanımda değil” diye kekeledi. O zaman masadaki bir peçeteyi alarak onu babamın tüm borcunun ödenmiş olduğunu yazıp imzalamaya zorladım. Ertesi günü herkes bana “iyi yolculuklar” dilemeye gelmişti, aralarında bana borcu olanlar da vardı. “İyi yolculuklar” diyorlardı, “merak etme... Sana olan borcumuzu babana ödeyeceğiz...” Hiçbir zaman yapmadılar bunu... Aradan 75 sene geçti ve hala bekliyorum...”
*** George, Temmuz 1948’de American Airlines’a ait bir uçakla Avustralya’ya doğru yola çıkacaktı... “O uçakta 33 Kıbrıslı vardı” diyor. “Hepimiz de bekar erkeklerdik. Korno’dan arkadaşlarım Andreas Hangudis ve Karpis’le birlikteydim. Tüm diğer erkekler Baflı’ydı. Hepimiz de Melburn ya da Syndey’ye gitmek üzere tek yön bilet parası ödemiştik ancak şoklarımıza uğradık çünkü uçak bizi Kuzey Toprakları’ndaki Darwin askeri hava üssünde bırakıp gidecekti...”
*** “Bu nasıl oldu?” diye sordum George’a... Eski gazetelerde bu uçuşa dair birşeyler okumuştum... “Büyük bir hikaye bu” diyor kafasını iki yana sallayarak. “Sana anlatacağım... Kıbrıs’tan ayrılmaya karar verince Lefkoşa’da bir seyahat acentesine gittiydm. Sanırım adı Alekos idi. Çok kurnaz ve açgözlü birisiydi bu. Sonradan Kıbrıs’taki bu acentelerin bizi kandırdıklarını öğrenecektik. Meğer Darwin’e gidecek bir uçak kiralamışlar ancak bizden Melburn ücreti almışlardı. Amerikan uçağının benzer şekilde Kıbrıs’tan üç uçuş daha yapmış olduğunu öğrenecektik. Tam bir düzmeceydi bu...”
*** Uçakla Avustralya’ya gitmek beş ya da altı gün almıştı... “Avustralya’ya giderken Colombo’da durmuştuk. Keşke hiç uçaktan inmeseydik. Çok büyük pislik ve fakirlik vardı, hayatımda hiç böylesini görmemiştim. Ancak Bombay’e gidince burasının güzel ve temiz bir yer olduğunu gördüm. Tüm binalar pırıl pırıl parlıyordu, şahaneydi... Patikalar on ayak genişliğindeydi ve yoldan bir ayak yukarıdaydı... Ancak akşamüstü ailelerin bu patikalara gelip eski ve kirli battaniyeler üstüne oturup dilendiklerini gördük... Orada da fakirlik vardı...”
*** Bombay’de George diğer Kıbrıslı yolcularla birlikte büyük bir otele ait lokantaya gittiklerini hatırlıyor... “Lokantaya girer girmez, Baflı Kıbrıslılar koşuşturmaya başladılar, masaları ve sandaleyeleri çekiştiriyorlardı, lokantanın müdür ise herşeyi olduğu gibi bırakmalarını söylediği halde, onun bu sözlerini duymazdan geliyorlardı. Sonra da Baflılar bira, viski, yiyecek, herşey sipariş etmeye başladılar. Zavallı Hintli garsonlar yalınayak koşuşturup onlara hizmet ediyordu. Sonra da polis geldi. Andreas Hangudis’e, “Hade çabuk ol, yeylim ve kaçalım, bela çıkmadan” dedim. Tam dışarıya çıkmıştık ki polis lokantanın kapısını kilitledi. Baflılar lokantada kilitli kalmışlardı ve polis siparişlerinin parasını ödemeden onların gitmesine izin vermiyordu... Tam bir rezillikti...”
*** “Uçağı ve Avustralya’ya uçuşunuzu anlat bana” diyorum George’a... “Düzgün bir uçak değildi” diyor. “Aslında kereste taşıyan bir kargo uçağıydı. Koltuk ya da pencere yoktu. Yerde oturmak zorundaydık. Korkunçtu. Yiyeceklere gelince, bir köfün dolusu ekmek ve bir köfün dolusu hellim vardı ancak iki günün sonunda ekmek ve hellim o kadar sertleşmişti ki artık yenilmezdi. O uçakta çok rahatsız olduk. Aşırı sıcaktı. Havalandırma yoktu... Küçük bir hava deliğinin yanında durup yüzüme üfürmesini bekliyordum...”
*** Uçak Avustralya’ya yaklaşırken pilota inmemesi söylenmişti... “Yakıtımız bitiyordu ve pilotun iniş izni olmadığını söylediğini duyuyorduk fakat Avustralyalı yetkililerin tüm uyarılarına karşın Darwin’deki askeri havaalanına uçağı indirdi...” Uçak iner inmez, polisler uçağa doğru koşturmaya başlamıştı... “Bizi uçaktan indirip pasaportlarımızı istediler. Francis Kampı denen bir yerdeydik... Havaalanı yanındaki iki katlı bir binaya götürdüler bizi... ‘Bu bina boştur’ dediler bize... ‘Burada içinde yataklar olan odalar var... Bu gece burada uyuyabilirsiniz, yarın sabah ne yapacağımıza bakacağız’ dediler. Arkadaşlarımla birlikte tahta merdivenlerden çıkmaya çalışırken, trabzan ellerimde parçalandı. Arkadaşım Andreas’a, “Bu yeri unut... Burası çökecek... Patikada uyumak daha iyi” dedim. Darwin’de çok sıcak bir geceydi. Hepimiz de tükenmiştik ve iyi bir uyku çekmek istiyorduk. Baflı Kıbrıslılar’ın hepsi de o binaya gidip yatak ararken, ben de arkadaşlarımla patikaya yatıp uyumaya çalıştım. Bir saat kadar sonra bağrışmalarla uyandık. Baflılar’ın binadan dışarıya kendilerini attıklarını gördük. Yarı çıplaktılar ve kaşınıyorlardı. Pire doluydu üstleri... Baflılar askeri duşlarda yıkanmaya gittiler... Yüzlerce pire üstlerinden akıp gidiyordu suyla... Hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım...”
Korno köyünde George Michael bisikleti üstünde...
George Michael Avustralya'daki evinde kurduğu atölyesinde Ocak 2023'te...
(TALES OF CYPRUS’tan Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
(Devam edecek)