İnsanlık hiç beklenmedik bir anda dünyanın gördüğü en ciddi salgınlardan biri olan korona salgını ile karşı karşıya kaldı ve delice akıp giden hayat aniden duruverdi.
Kimi II. Dünya Savaşından beri, kimi de 1918 yılında “İspanyol gribi” olarak adlandırılan ve 30-50 Milyon insanın canını alan salgından beri insanlığı böylesi bir felaketle ilk defa karşılaştığını söylüyor.
Virüse yakalananların sayısı da, ölenlerin sayısı da gün ve gün artıyor. Her sabah hava raporuna bakar gibi, korona raporlarına bakarak uyanıyoruz ve durumun biraz daha vahim hale geldiğini görüyoruz.
Korona salgınının ne zaman sona ereceğini kimse bilmiyor. Nasıl sona ereceği de meçhul...
Kaç zamandan beri ilk defa bütün gözler bilim dünyasına çevrilmiş. Piyasa haberleriyle uyanmaya alışan insanlık, şimdi bilim dünyasından gelecek açıklamalara bel bağlamış durumda.
İlk defa televizyonlarda siyasetçilerin yerini uzmanlar aldı.
Uzmanlar kadar devletler ve hükümetler de ilk defa bu denli öne çıktı.
Piyasanın her türlü krizi atlatabileceğine olan inanç sarsıldı ve dikkatler devletlere çevrildi.
Ulus-devletler yeniden büyük ağırlık kazandı.
Düne kadar globalleşmeyi velinimet sayanlar, şimdi korunmak için globalleşmeye kapılarını kapatıyorlar. Bu durum, kaç zamandan beri globalleşmeye karşı homojen toplumlardan oluşan “nostaljik-milli” yurt özlemi içinde olan ve “yabancıları” dışarıda bırakmak için büyük uğraş veren bilumum milliyetçinin eli güçlendirdi.
Globalleşmenin şahikası olarak görülen Avrupa Birliği yeniden parçalarına ayrıldı ve aslında hep var olan ulus-devlet egoizmi iyice baskın hale geldi.
İlk defa üye devletler birbirlerine sınırlarını kapadılar. Ortak piyasadan beslenen devletler, ortaklığı unutup, açıkça ölenler benim ulusumdan olmasın demeye getiriyorlar.
Milliyetçilik tavan yaptı ve zaten cılız olan ortak Avrupalılık duyarlılığı bir anda tamamen yok oldu. Ölen İtalyanlara kimse (Çin’den başka) yardım elini uzatmadı. Uluslar “milli insanı”, yani kendi yurttaşlarını korumayı insanlığı korumanın önüne koydu. Herkes “önce Amerika” diyen Trump’ı adeta taklit ediyor hale geldi.
“Milli insanı” biyolojik bir varlık olarak tanımlayan ırkçılara ise gün doğdu, ırkçılık her yerde patladı.
Uluslarından kopan göçmenlerin, mültecilerin ve sığınmacıların durumu ise çok vahim. Onlarla ilgilenen yok. Daracık kamplarda binlerce yurtsuz insan bir arada... Beyaz Avrupa’yı “kirletmesinler” diye, Avrupa’nın ırkçıları Yunanistan’ın sınırlarında, Avrupa’nın kapılarında nöbet tutuyorlar.
Bu arada, bazı ciddi dilemmalar da yaşanıyor: İnsanları mı ekonomiyi mi korumalı...
Bazıları tereddüt ediyor, karar vermekte zorlanıyor.
Devletler kendi aralarına duvar örerken kendi toplumlarının bireyleri arasına da duvar örüyorlar. Aynı ülkelerin farklı bölgeleri de öyle. Örneğin Bavyera eyaleti kendi inisiyatifiyle eyalet sınırlarını diğer eyaletlere kapatıyor.
Kimse kimseye yaklaşmamalı, herkes evinde kalmalı ve yaşamını aile içinde sürdürmeli. “Toplumsal mesafe” adı altında sürdürülen bu izolasyon, “fiziksel mesafe” anlamının dışına taşarak toplumsal duyarsızlaşmaya yol açıyor.
Devlet gibi ailenin de değeri arttı ama aynı zamanda ev içi şiddet de tırmanışa geçti.
Sabah akşam birbirleriyle zoraki olarak baş başa kalan eşler arasında kavgalar çoğaldı, erkeklerin uyguladığı şiddet arttı.
Eşleriyle aynı çatı altında “mahsur” kalmaktan sıkılanlar kendilerini her şeye rağmen sokağa atıyorlar. “İçerideki koronadan ölmektense, dışardakinden ölmeyi tercih ederim” diyenler var.
Kısacası, “biz” kavramının sınırları çok daraldı. Son derece sorunlu olan aile ve ulusun ötesine geçen bir “biz” anlayışı gelişmedi, birliktelik ve dayanışma yok oldu.
Ülkemizin Hali
Uzun yıllardır zaten kabilecilikten mustarip olan ülkemizde korona haberi duyulur duyulmaz Nikos Anastasiadis’in ilk aklına gelen bazı geçit noktalarını kapatmak oldu. El cevap gecikmedi ve Kuzeyden de bazı geçiş noktaları kapatıldı. Sonunda bütün geçişler durduruldu. (Şu sıralar adanın güneyinde ölen bir Kıbrıslı Türk’ün cenazesini kuzeye ulaştırmak için çareler arıyor, duvarlara tosluyorum.)
Şu küçücük adada “biz” diyerek birlikte bir şey yapamadık, dayanışma gösteremedik. Herkes kendi etnik mandırasına çekilmiş, korona ile tek başına cebelleşiyor. Bu felaket karşısında bile yan yana gelemedik, birlikte bir adım atamadık. Daha da vahimi, bu duruma kimse şaşırmıyor...
Korona Sonrası
Bir medeniyet çöküşü yaşadığımız kesindir. Fakat her büyük kriz gibi, bu felaket de bize her şeyi yeniden düşünme fırsatı veriyor.
Salgının sonunda batık ekonomiler ve borçlu devletler yolumuzu gözlüyor. Ayrıca, derin kültürel ve psikolojik sorunlarla boğuşacağız. Koronazedeler olarak buradan nasıl çıkacağımız büyük bir soru işaretidir.
Piyasa-merkezli ve kar odaklı saplantılarla doğayı tahrip etmeye, çevreyi kirletmeye devam mı edeceğiz?
Silah sanayiini değil de bilimsel araştırmaları desteklemeye ve çevreyi koruyacak önlemlere yönelecek miyiz?
Sosyal-Darvinist pratikleri meşrulaştıran neo-liberal ekonomi modeli aynen devam mı edecek?
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir mi diyeceğiz?
Milliyetçi içe kapanmaların yerine global dayanışma sergileyebilecek miyiz? Çin’in İtalya’ya gönderdiği kolilerde yazan “bizler aynı denizin dalgaları, aynı ağacın yaprakları, aynı bahçenin çiçekleriyiz” mısralarını ruhumuza kazıyacak mıyız?
Hegemonya savaşlarına son verip kalıcı barışa geçebilecek miyiz?
Korona salgını karşısında varlığını tehlikeye atmış bulunan Avrupa Birliği, dağılan parçalarını toplayıp Uluslar Avrupa’sından Yurttaşlar Avrupa’sına dönüşebilecek mi?
Ülkemizde hüküm süren kabileciliğe son verebilecek miyiz?
Bu soruların yanıtlarını bilemeyiz ama umuda sarılabiliriz ve dünyaya Nazım’ın seslendiği gibi seslenebiliriz:
“Yok öyle umutları yitirip karanlıklara savrulmak.
Unutma! Aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak...”