30 Ağustos 2024’te Zorla Kayıp Edilenleri Uluslararası Anma Günü’nde Kosova’da “kayıp” edilenlerin yakınlarının acıları henüz dinmemiş. 1,600 “kayıp” var, bunlardan çoğu Kosovalı Arnavut kökenliler ancak 460 “kayıp” da Sırp kökenli Kosovalılar ve diğer etnik azınlıklardan... Bu konuda Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı’ndan Serbeze Hakhiyaj ve Mihane Hoca’nın 30.8.2024 tarihli yazılarını özetle derleyip okurlarımız için Türkçeleştirdik. BİRN’deki yazı özetle şöyle:
*** Sıcak bir Temmuz sabahı, Tahir Kololli haberleri izlerken, Kosova’nın Sırbistan’la başmüzakerecisi Besnik Bislimi’yi televizyonda görüyor, Bislimi Kosovalı Arnavut kökenlilerin 1998-99 savaşından hala “kayıp” olduklarından söz ediyor. Bislimi “Onları bulmak önceliğimizdir” diyor ancak Tahir Kololli, bu sözleri pek çok kereler duymuş. Kızı Ruşe “kayıp” edileli aradan 26 sene geçmiş, Kololli’nin eşi, Ruşe’nin annesi Latife hanımla birlikte kızı Ruşe Kosovalı Arnavut kökenli gerillalar tarafından tutuklanmışlar ve sonra da “kayıp” edilmişler. Ruşe henüz 19 yaşında, hamile bir genç kadınmış. “Ölmeden önce onun bulunduğunu duymak istiyorum” diyor Budakovo’daki evinde, evde diğer iki kızı ve oğluyla yaşıyor.
*** Savaş dönemi çıkarılan dedikodular, gerçekmiş gibi tehlikeli olabiliyor ve Ruşe’nin akıbeti de gizemle örülü. Kololli kızını canlı olarak 18 Ağustos 1998’de görmüş en son, Ruşe, annesi Latife Hanım’la birlikte Ruşe’nin Almanya’da yaşayan erkek kardeşine telefon etmek üzere Prizren’e gitmişler. Ertesi günü Kololli, Budakovo’da Kosova Kurtuluş Ordusu tarafından kullanılmakta olan bir evde tutulduklarını öğrenmiş... Gerekçe ise kadınların Sırplar’la işbirliği yaptıkları kuşkusu imiş. “Oraya gittim ama neler olup bittiği hakkında bir yanıt alamadım. Eşimi çok kısacık gördüm ama kızımı görmedim” diyor.
*** Hiç haber almaksızın iki hafta geçmiş. Sonra da bir komşusu Kololli’ye Toplikan’da bir kavşakta kadınların ölü bedenlerinin görüldüğünü söylemiş. “Başlangıçta buna inamadım” diyor. “Ancak haftalar sonra, bazı insanlar gelip bana radyoda eşim ve kızımın öldürülmüş olduğu haberini duyduklarını anlattılar. Savaş dönemi olduğu için elimden hiçbir şey gelmiyordu...” diyor.
*** 2002 yılında Latife Hanım’dan geride kalanlar, Sirok köyünde çalılıklar arasında bulunmuştu. Ancak kızı Ruşe’den herhangi bir iz yoktu... Aradan 20 yıl geçtikten sonra, “kayıp” edilmiş olan anne ve kızıyla ilgili bazı bilgiler, Lahey’de Kosova Kurtuluş Ordusu’nun savaş dönemi lideri olan ve sonra da Kosova’nın Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Haşim Taçi ve gerilla arkadaşları Kadri Veseli, Rcep Selimi ve Yakup Krasniki’ye yönelik savaş suçuna dair davalarda ortaya çıkacaktı...
*** Taçi ve üç arkadaşına getirilen davada, bazı kadınların üç gün boyunca tutularak yoğun biçimde dövüldükleri ve psikolojik tacize uğradıkları belirtilmekteydi. Kosova Kurtuluş Ordusu 123’ncü bürliğe transfer edilmeleri için emir verilmişti. 23 Ağustos’ta veya o tarih civarında, Kosova Kurtuluş Ordusu üyeleri tarafından bir başka üyeye verildikten hemen sonra, Semetiste köyünde bu kadınların ölü bedenleri bulunmuş... Savcıların yazdığı dava notunda bu kadınların ölü bedenlerine ne olduğu belirtilmiyor ancak Kololli ve Rahmani, bu kadınların Roman halkı tarafından defnedildiklerini söylüyor...
*** Dava esnasında Kosova Kurtuluş Ordusu’nun Budakovo’daki birliğine hukuki danışman olarak görev yapmış olan Nureddin Abazi adlı şahit, Latife Hanım ve kızı Ruşe’nin Sırp polis karakoluna “gidip geldikleri ancak ne yaptıklarının bilinmediğini” söylemiş. “Savaş dönemiydi ve düşmanla herhangi bir işbirliği ölümcül olurdu” demiş Abazi mahkemeye. Abazi’nin ifadesine göre kadınlar sorgulanmış ancak kuşku verecek herhangi bir durum saptanmamış. “Ben de onların serbest bırakılmasını önerdim ama ondan sonra ne oldu, bilmiyorum. Bu kadınların Sırp güçler tarafından öldürüldüğüne inanıyorum çünkü o bölge Kosova Kurtuluş Ordusu denetiminde değildi” diye iddiada da bulunmuş mahkemede.
*** Dolloç köyünde, Latife hanımın abisi Kemal Rahmani, kızkardeşi ve yeğeninin akıbetiyle ilgili hala “çok büyük karmaşa olduğuna” işaret ediyor. “Gerçekten tam olarak ne olmuş, bir gizemdir” diyor 70 yaşındaki Kemal Rahmani. “Budakovo’da tutuklu kalmalarıyla ilgili olarak çok şey duydum... Yeğenim hamileydi, yenile boşanmıştı. Kendisi de bir çocuktu... Latife ise insanların çıkardığı dedikoduların kurbanı oldu” diyor. Latife Hanım’la ilgili çıkarılan dedikodularda, “Sava” adlı bir Sırp polis komutanıyla bağlantılı olduğu iddiası bulunmaktaymış. “Kızkardeşimin bir Sırp işbirlikçisi olmadığını açıklıkla söyleyebilirim” diyor Rahmani.
*** Kendisi de kızkardeşi ve yeğenine getirilen suçlamalar nedeniyle tutuklanıp Kosova Kurtuluş Ordusu mensupları tarafından dövülmüş. Budakovo’nun alınmasından o günlerde sorumlu Kosova Kurtuluş Ordusu Paştrik operasyon bölge komutan yardımcısı olan Sadık Halitcaha, kadınların tutuklu olduğuna dair bir şey bilmediğini söylüyor BİRN’e... “Orada iki kadının olduğundan emin değilim, bana bilgi verilmedi, ben bu konudan ilk kez 2002’de haberdar oldum, iki eski gerilla araştırmacılar tarafından sorgulandığında” diye konuşuyor. “Bana anlatılanlara göre tutuklandıktan sonra Budakovo’nun köy konseyine sormuşlar, onlar da bu kadınların Sırp işbirlikçisi olduklarını söylemişler...” diyor. Ancak kadınların “temize çıktığını” ve Semetiste’ye göderildiklerini duyduğunu da ekliyor. “Gerçek şudur ki ben bunu bilmiyordum ve tutuklama emrini de ben vermedim” diyor.
*** Abazi ise ifadesinde kadınların Kosova Kurtuluş Ordusu savaşçısı Naim Berişa adlı kişiye verildiğini söyliyor. “Naim’in kolunda M.P. yani askeri polis işareti vardı” diyor. Berişa ve bir diğer Kosova Kurtuluş Ordusu savaşçısı, Suverka’da Berişa’nın evinde 26 Ağustos 1998’de öldürülmüşler. Abazi’nin ifadesine göre bir Sırp balistik raporunda, Berişa’nın ölümünden sonra üstünde bulunan silahtan çıkan kurşunların Latife Hanım’ın başından çıkarılan kurşunla eşleştiği belirtilmekteymiş. Lahey’deki savcılık ise “Bu rapora göre, Latife Hanım’ı öldüren silah, Naim Berişa’ya ait görünüyor” diyor.
*** Halitcaha BİRN’e yaptığı açıklamada, kendisinin Latife Hanım ve kızı Ruşe’nin Sırp güçler tarafından öldürüldüğüne inandığını anlatıyor, “Çünkü orada daimi bir polis barikatı vardı” diye konuşuyor. Rahmani’nin bir Kosova Kurtuluş Ordusu mensubu tarafından dövülmesini duymaktan üzgün olduğunu belirtiyor “Bizim emrimizle yapmadı bunu” diyor.
*** Ruşe’nin babası Kololli ise, kızının naaşının nerede olduğunu bilmeyişin kendisini tüketmiş olduğunu anlatıyor, büyük acı içinde olduğunu ifade ediyor ve “Nereye götürüldü, bunu bilmek istiyorum sadece” diyor...
(BIRN’de 30.8.2024’te Serbeze Hakhiyaj ve Mihane Hoca imzasıyla yayımlanan yazıyı özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR...
“6-7 Eylül Pogromu, istisnai bir hadise olarak değerlendirilmemeli...”
Tuğçe YILMAZ/bianet
Bugün 6-7 Eylül İstanbul Pogromu’nun (Yunanca: Σεπτεμβριανά Septemvriana) yıldönümü.
69 yıl önce bugün, saat 13.00’da devlet radyosundan duyurulan ve aynı gün Demokrat Parti (DP) yanlısı İstanbul Ekspres Gazetesi'nde “Atamızın evi bomba ile hasara uğradı” manşetiyle verilen haberin ardından Türkiyeli Rum, Ermeni ve Yahudilere yönelik saldırılar başladı.
İstanbul ve İzmir'de toplanan kitleler özellikle Rumlara ait işyerlerine, kiliselere ve evlere saldırdı; yağmalama, kundaklama ve fiziki saldırılar gerçekleştirdi. İnsan hakları örgütü Helsinki Watch’a göre saldırılarda 15 kişi hayatını kaybetti. Tahminlere göre 4 bin ila 5 bin arasında dükkân ve ev yağmalandı, onlarca kişi yaralandı ve birçok kadın cinsel saldırıya uğradı. Saldırıların ardından birçok Rum, Türkiye'den göç etmek zorunda kaldı.
6-7 Eylül Pogromu’nun yıldönümünde, kendisi de İstanbullu bir Rum olan araştırmacı-yazar Foti Benlisoy ile toplumsal şiddetin hem geçmişteki hem de günümüzdeki tezahürlerini konuştuk:
*** 6-7 Eylül’ün arkasındaki toplumsal ve politik dinamiklerle günümüzde mültecilere yönelik saldırıların arkasındaki dinamikler arasında bir paralellik görüyor musunuz?
Hem evet hem hayır. Son dönemde gerçekleşen göçmen karşıtı pogromlarla 6-7 Eylül pogromu arasında kuşkusuz ciddi paralellikler var. Ancak sadece bu benzerliklere odaklanmak, bizi ahistorik bir tutuma, yani farklı ırkçı saldırganlık vakaları arasında biçimsel paralellikleri vurgulamakla sınırlı tarih dışı bir yaklaşıma götürebilir. O nedenle önce aradaki ciddi farkları tartışmakta yarar var kanaatindeyim.
6-7 Eylül bilindiği üzere, İzmir ya da Antakya gibi başka şehirlerde de etkileri olsa da esas olarak İstanbul’da yaşayan gayrimüslim topluluklara, bilhassa da Rumlara karşı yönelmiş kitlesel ve yaygın bir tedhiş faaliyetiydi. Saldırılara 100 bine yakın insanın bir biçimde dahil olduğu tahmin ediliyor. Dönemin şehir nüfusu düşünüldüğünde bu muazzam bir rakam. Üstelik saldırılar İstanbul’un neredeyse tamamında etkili olmuş. Dolayısıyla sadece boyutları itibarıyla 6-7 Eylül’ü bahsettiğiniz örneklerle kıyaslamak zor. 6-7 Eylül, ancak 1895-6’da İstanbul’da ya da 1909’da Adana’da gerçekleştirilen Ermeni karşıtı pogrom ve katliamlarla mukayese edilebilecek ölçekte, o “geleneğin” bir devamı kabul edilebilecek devlet destekli ve/veya tasdikli bir büyük milliyetçi ve elbette cinai sosyal seferberlik... 6-7 Eylül Türkiye’deki gayrimüslim nüfusun ulusal bütününün tümüyle dışına itildiği, hatta hiç değilse Balkan Savaşları’ndan itibaren bir “iç düşman” olarak tanımlandığı bir tarihsel sürecin devamı sayılabilir...
Dolayısıyla da Türkiyeli gayrimüslimler sistematik olarak fişlenmeye, denetim ve takibat altında tutulmaya devam etmişler, daha yeni bir tabir kullanmak gerekirse sistemik bir mobbing rejimi altında tutulmuşlardır. Gayrimüslim toplulukların karşı karşıya kaldığı bu sistemik ya da kurumsal ırkçılık Türkiye’de ilksel sermaye birikimi, kapitalist devlet aygıtının şekillenmesi ve sınıf oluşumu süreçleriyle iç içedir elbette. Dolayısıyla ulusal önyargılarla, olumsuz tarihsel deneyimlerin ürünü olan milliyetçi klişelerle alakalı bir meseleden ibaret değildir. 6-7 Eylül “olayları”, işte bu sistemik mobbing rejiminin bir devamı ve tezahürü olarak görülmeli, istisnai bir hadise ya da bir kırılma anı olarak değerlendirilmemelidir.
...Çok sık düşülen bir hata, 6-7 Eylül’ü bir istisna, İstanbul’un “çok kültürlü” hayatını ortadan kaldıran bir kırılma noktası olarak düşünmek. Oysa aslında Cumhuriyet tarihi gayrimüslim topluluklara dönük gündelik, düşük yoğunluklu ve “sıradan” linç ve saldırıların da tarihidir. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları ya da “Türklüğü tahkir” davaları gayrimüslim toplulukları sürekli olarak taciz eden bir sistematik mobbing rejiminin varlığına işaret ediyor...
6-7 Eylül pogromu, bu yaygın ve gündelik saldırıların kışkırtıp yeniden ürettiği hıncın zımni bir cezasızlık vaadiyle iktidarca örgütlenerek bir gecede yoğunlaştırılması olarak ele alınabilir. Göçmen karşıtı ırkçı saldırganlık ve linç vakalarında henüz o noktada değiliz...
*** Türkiye toplumunun tarihindeki benzer saldırı ve katliamlarla yüzleşmemesi, mültecilere yönelik güncel saldırılara zemin hazırlıyor olabilir mi?
Geçmişteki suçlarla yüzleşme ya da hesaplaşma, bugünde ya da gelecekte işlenen ya da işlenecek benzer suçlar karşısında otomatik ya da “garantili” bir bariyer işlevi görmüyor. Günümüzün Almanyası bu konuda iyi bir örnek. Şoah’la, yani Holokostla eksik gedik de olsa belli bir yüzleşme ya da hesaplaşma süreci yaşamış olmak Almanya’nın günümüzde İsrail’in yürüttüğü soykırımcı savaşa aktif destek vermesini hiç de engellemiyor. Geçmişte yaşanmış suçlarla yüzleşmek, bunları tartışıp sorgulamak önemsizdir demiyorum elbette. Demek istediğim söz konusu tarihsel suçları üretmiş maddi sömürü ve tahakküm yapıları ortadan kaldırılmadığı sürece benzer suçlarla farklı koşullarda yeniden karşılaşmak mümkün oluyor. Söz konusu ırkçı şiddet olduğunda, ırkçılığın asla sadece kışkırtılan şoven stereotipler ya da kaşınan ulusal önyargılarla ilgili bir mesele olmadığını hatırlamak gerekiyor.
*** Benzer katliamların önlenmesi için hangi toplumsal ve politik adımlar atılmalı?
Aklıma gelen en önemli toplumsal ve politik adım, ırkçılığın farklı tezahürlerini karşısına alan, ırkçılığın müsebbibi olan kurumları, idari ve hukuki pratikleri hedef tahtasına oturtan, Türkiye’deki antifaşist geleneği bu yönde güncelleyen, güçlü ve yaygın bir ırkçılık karşıtı hareketin gelişmesi. Başka bir yol, kolay bir çözüm, her derde deva bir reçete yok…
Röportajın tümü için link:
https://bianet.org/haber/6-7-eylul-pogromu-istisnai-bir-hadise-olarak-degerlendirilmemeli-299363
(BİANET.ORG - Tuğçe Yılmaz – 6.9.2024)