Simge Çerkezoğlu
Buffer Fringe Festivali bu yıl 8-11 Kasım tarihleri arasında gerçekleşiyor. Milena Ugren Koulas ve George Koulas çiftiyle festivali ve 11 Kasım Cumartesi gecesi Bedesten’de gerçekleştirecekleri ‘Manlike’ performanslarını konuşmak için görüştük. Elbette bu konulara değinmeden önce, hayatlarını, sanata olan ilgilerini, nasıl tanıştıklarını konuştuk. Onlar anlattıkça bir yandan dünyanın ne denli küçük olduğunu düşündüm, öte yandan Balkan geleneklerinde görülen, erkek gibi yetiştirilen kız çocuklarının hikâyesini merak etim. Cumartesi gecesi gerçekleştirecekleri Manlike performansıyla bu konuyu daha iyi anlayabileceğimin kanısına vardım.
“YOLLARIMIZ YILLAR ÖNCE ROTTERDAM’DA KESİŞTİ”
Öncelikle performans sanatçısı ve dansçı Milena Urgen Koulas Sırbistan’da başlayan, Kıbrıs’ta devam eden hayatını bizimle gülümseyerek paylaşıyor.
“Hollanda’nın güney batısında bulunan Rotterdam şehrinde sanat eğitimi veren Codarts Üniversitesi’nin dans bölümünden mezun oldum. Modern, çağdaş dans eğitimi aldım. Bunun ne olduğunu tam olarak anlatmak zor ama çok farklı teknik eğitimler aldım diyebilirim. Bunun içinde klasik bale yanında farklı fiziki eğitimler de var. Böylece bize vücudumuzla kendimizi ifade etmek öğretildi diyebilirim. Çağdaş dans klasik bale gibi belli açıklaması olan bir sanat dalı değil, kendini ifade etmek için pek çok yöntem, araç kullanmak anlamına geliyor. Elbette özünde belli teknikler barındıran, çok çalışmayı gerektiren bir sanat dalı olduğunu kabul etmeliyim. Kıbrıs’a ise 2004 yılında, eşimle burada yaşamak için taşındım. O günden bu yana da eşimle profesyonel olarak birlikte çalışıyoruz. Bugüne kadar, yaklaşık olarak, elli farklı proje ürettik. Elbette tüm bunları sadece Kıbrıs’ta değil dünyanın farklı ülkelerinde sahneledik. Aralarında pek çok Avrupa ülkesi, İspanya, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hırvatistan gibi ülkeler yer alıyor. Ben Sırbistan’da dünyaya geldim. Orada büyüdüm. On yedi yaşıma gelince önce eğitim için Çek Cumhuriyeti’ne gittim. Daha sonra da eğitimime Hollanda’da devam ettim. Böylece yollarımız Rotterdam’da kesişti.”
Söze George Koulas devam ediyor. Onun hayatı da en az Milena kadar renkli. Espriler yaparak, eşiyle şakalaşarak, farklı ülkelerde geçen ama nihai olarak Kıbrıs’a dönme kararıyla gelişen hayatını özetliyor.
“Ben Kıbrıslıyım. Burada Kakopetria’ya yakın bir köyde dünyaya geldim. Daha sonra Limasol şehrine taşındık. Amcam da orada yaşıyordu. Babam köyde yapacak iş bulmakta zorlanınca böyle bir karar almıştı. Böylece ben Limasol’da büyüdüm. Küçük yaşta müzikle ilgilenmeye başladım. Elbette müzik eğitimi almayı, hayatımı bu şekilde idame ettirmeyi hiç düşünmemiştim. Zaten o yıllarda müzik eğitimi almak da kötü bir şey gibi algılanıyordu. Müzisyenlere bakış açısı biraz önyargılıydı. Kardeşim Almanya’ya da olduğu için ilk önce Almanya’ya gittim. Birkaç yıl orada yaşadım, dil öğrendim. Daha sonra ise dört yıllığına Amerika’ya gittim. Son olarak da Hollanda’ya gittim. Eşimle aynı üniversitenin müzik bölümünden mezun oldum. Üniversitede tanıştık. O zamandan bu yana da birlikteyiz. Hayatım hep müzikle geçti ancak hayatımı idame ettirmek için müzik dersleri de veriyorum. Elbette her zaman çalıyorum. Zaten çalmadan nasıl yaşanır bilmiyorum. Bunun yanında bilgimi, deneyimlerimi gençlerle paylaşmayı da seviyorum. Eğitim verdiğim öğrencilerin ilerlemelerini, hatta benden bile daha iyi birer müzisyene dönüştüklerini gördükçe eğitim vermeye devam etmek ve kendimi geliştirmek için motive oluyorum. Ben davul ve perküsyon çalıyorum. En çok da eşim Milena için çalıyorum. Projelerinde benimle çalışıyor. Müziğimi seviyor. Ben de onun koreografileri sayesinde, pek çok farklı üretimlerde bulunuyorum. Fikirleri genelde o yaratıyor. Ben de müziğimle ona katkıda bulunuyorum. Onunla çalışmayı seviyorum. Sanırım başka da seçeneğim de yok.”
“MANLİKE, ERKEK GİBİ YETİŞTİRİLEN KADINLARIN HİKÂYESİNİ ANLATIYOR”
Her iki sanatçı da çocukluklarından bu yana müzikle, dansla ilgilendiklerini anlatıyor. George bugüne kadar pek çok müzisyenle sahne aldığını, ilk başta rock müziğine ilgi duyduğunu, tam bir rokçu gibi saçlarının uzun olduğunu tarif ederek gülüyor. Öte yandan Milena ise kendini bildi bileli dans etmeye çalıştığını, kendince kostümler yaratarak, nasıl dans ettiğini tarif ediyor. Tüm detaylardan sonra bugüne dönüyoruz. Milena festivale katılım süreçlerini, erkek gibi anlamına gelen Manlike performanslarının detayını anlatmaya başlıyor.
“George festivali ilk günden biliyordu, bu yıl biz de başvurmaya karar verdik. İki toplumlu bir festival fikri doğrusu benim de çok hoşuma gitti. Zaten ‘Manlike’ isimli bir projemiz vardı. Bunu festivalde sergilemek istedik. Manlike, erkek gibi yetiştirilen kadınların hikâyesini anlatıyor. Burada anlatmak istediğim kadın olarak doğan ama erkeğe dönüştürülen kadınları. Aslında bu bazı Balkan ülkelerinin bir geleneğidir. Erkek çocukları olmayan aileler geçmişte ailedeki kız çocuklarından birini küçüklükten itibaren erkek gibi giydirip, o şekilde yetiştirirlerdi. Bu gelenek burada çok bilinmiyor. Böyle erkek gibi yetiştirilen kızlar sayesinde, baba öldükten sonra ailenin varlığının gelecek nesillere taşınabileceğine inanırlardı. Bu gelenek Arnavutluk, Kosova, Bosna, Karadağ gibi ülkelerde yaklaşık üç yüz yıl önce başlayan bir gelenek. Hatta bu şekilde yetişen, hala hayatta olan bazı kadınlar bile var. Tabii şu anki genç nesillerde böyle bir gelenek sürdürülmüyor. Ama dediğim gibi bu şekilde yetişen, hala hayatta olan yaşlı kadınlar var. Bu konuda pek çok araştırma yaptım. İlginçtir bazı kadınlar bu durumda çok mutlu yaşadılar. Çünkü söz konusu toplumlarda o yıllarda kadınlar önemsiz, ikinci sınıf birey gibi algılanırken, kendilerini ailenin devamını getirecek evlat olarak seçmelerinden memnuniyet duydular. Erkek gibi davranıyor, yaşıyor ve bu şekilde toplumdan saygı görüyorlardı. Kariyerlerinde de bunun avantajını yaşıyorlardı. Elbette bu şekilde yaşadığı için acı çeken, kendini hapsolmuş gibi hisseden kadınlar da oldu. Hatta Amerika ‘da bu konuda yayınlanan bir belgeselde çok mutsuz olan, daha sonra cinsiyet değiştirip erkek olarak hayatına devam eden bir kadının hikâyesini de izledim. Benim performansımla yapmaya çalıştığım zaten bir şeyleri eleştirmekten öte, kendimi onların yerine koyarak neler yaşadıklarını anlamaya, anlatmaya çalışmak olarak açıklanabilir. Dünyada böyle de bir şeyin var olduğunu göstermek, istiyorum diyebilirim. Ben performansımla hiçbir şeyi eleştirmiyorum. Bunu yapmak bana düşmez zaten. İzlediğinizde daha iyi anlayacaksınız biz dans ederek, müziğimizle bir kadının hareketlerinin sınırlanışını, bir erkeğe dönüşmesini canlandırmaya çalışıyoruz. Sanatımızla bu hikâyeyi anlatıyoruz. Bir metin yok. Müzikle, davul sesiyle ve dansla her şeyi anlatıyoruz. İzleyiciler kendi hayal güçleriyle de anlattıklarımızı daha iyi anlıyorlar.”
Elbette konu bu denli ilginç, daha önce hiç duymadığım bir gelenek olunca Milena’nın bu konuyu nasıl öğrendiğini de konuşuyoruz.
“Aslında ben Sırbistan’da yaşarken bazı ülkelerin bu şekilde gelenekleri olduğunu öğrenmiştim ama zaman içinde bu konuyu unuttum ya da zihnimin gerisine attım diyebilirim. Yaş olarak da bu konuyu irdeleyebilecek durumda değildim. Daha sonra internette tesadüfen sanatçı Marina Abramovic’in Balkanların eski, baskıcı geleneklerini anlatan kadın doğan ama erkek gibi yetiştirtilen çocuklarla ilgili videosunu gördüm. O anda böyle bir şey olduğunu, hatta bir zamanlar bunu anlatan bir film bile izlediğimi hatırladım. Konuyu biraz daha araştırmaya başladım. Çok ilgimi çekti. Bu gibi kız çocuklarının durumunu, cinsellikle hiç tanışmamalarını, hayat hikâyelerini okudum. Böylece bu konunun üzerine yürümeye karar verdim.”
“KIBRIS’TA HAYATLARIMIZI SANATLA BİRLEŞTİREBİLMEYİ BAŞARDIK ”
Performanslarına dair edindiğim ilginç detayların ardından sanatın toplumları daha anlaşılır kılmak, yakınlaştırmak üzerine olan etkilerini de konuşuyoruz. Bu konuya ilk önce bir Kıbrıslı olarak George cevap vermek istiyor.
“Sanat aslında söz dağarcığı olmayan, anlaşılmak için kelimeye ihtiyaç duymayan, herkesin anlayabileceği bir şey bence. Sanat sadece zenginlerin ulaşabilecekleri, onların çok paraları olduğu için aldıkları pahalı bir tabloyu evlerine asma şansına sahip olmaları anlamına gelmemeli. Bu zaten olsa olsa bazılarının çok parası olduğu anlamına gelir. Biz her zaman toplumun tamamı için sanat yapmak için çalışıyoruz. Bu festival sayesinde Kıbrıslı Türklere de ulaşmak bizim için ayrıca çok önemli. Fringe Festivali hem Kıbrıslı Türklerin hem de Kıbrıslı Rumların birlikte bir şeyler başarabileceklerinin, bunu sürdürebileceklerinin de bir kanıtı gibi… Geçmişte her ne kadar acılar yaşanmış olursa olsun, bunlardan gerginlik yaratmak yerine, bunları geride bırakmak için çalışmak, ortak noktalarımızı bulmak gerekiyor. Sanat bu anlamda çok önemli, politik anlamda henüz telefonlarımızı bile adanın genelinde kullanabilmeyi başaramadık ama bizler sanatçılar olarak pek çok şeyi başarabildik. İyi işler yaptık. Kıbrıs’ta hayatlarımızı sanatla birleştirmeyi başardık.”
Öte yandan Kıbrıs’a biraz da dışarıdan bakabilen birisi olarak Milena’nın adaya ve adada yaşayan toplumlara, ortak çabalara ilişkin gözlemlerini anlamaya çalışıyorum.
“Açık söylemek gerekirse Limasol’da yaşarken, bazı şeyleri unutuyoruz. Bazı gerçekliklerden kopuyor, adada bölünmüşlük yok gibi yaşıyoruz. Ama Lefkoşa’ya gelince bunu daha çok hissediyorum. Aslında böyle bir gerçek olduğunu, bu gerçeğe ne denli yakın yaşadığımızı görüyorum. Doğrusu bu üzücü bir durum… Elbette bu tip festivaller, düzenlenen etkinlikler insanları bir araya getirme anlamında önemli. Bu festival sayesinde biz de şu anda burada sizinle birlikteyiz. Ayrıca Dayanışma Evi de çok güzel bir mekân. Şimdi burada oturuyorum, etrafıma bakıyorum kimin Rum ya da Türk olduğunu ayırt etmiyorum. Burada bir geçiş olmasa, adanın kuzeyinde olduğumuzu falan bile fark etmeyeceğim çünkü her şey bir birinin devamı gibi… Adada geçişlerin başlaması iletişimi elbette kolaylaştırdı. Ama bence aradan geçen kırk yılı aşkın ayrılığı aşmak için, bu arayı kapatmak için, zaman gerekiyor. Bunun için de toplumları zorlamamak gerek çünkü bu kötü reaksiyonlar da doğurabilir. Tüm bu süreç en doğal akışıyla yaşanmalı. Esas olan toplumlarda yaşananlar yaşandı, şimdi önümüze bakma zamanı diyebilmesinde gizli…”