Reşide Gökçebağ
gokcebag.rashida@yahoo.com
Geçtiğimiz yıl içinde hemen hemen herkesin hayatında beklenmedik bir değişiklik oldu. İlk önce Çin’de kaynağı tam olarak bilinmeyen, zatürreye sebep olduğu söylenilen gizemli bir virüs ortaya çıktı. Çin’deki haberlere dalmışken virüs dünyaya yayıldı, okullar kapatıldı ve uçaklar durduruldu. Virüse karşı savaş ilan edildi. Bu ani kararların birkaç hafta süreceği varsayılırken haftalar ay oldu ve aylar bir seneyi geçti. Başkalarını düşünmenin önemi vurgulanırken birçok insan yalnız bırakıldı ve bu olağanüstü durum herkesi korkularıyla yüzleşmeye zorladı. Kimileri virüsten, kimileri ekonomik krizden, kimileri de otokratik hükümetlerin doğabilmesinden kaygıya kapıldı.
Peki geçtiğimiz yıl bizlere ne öğretti? Nelerin önemini, nelerin eksikliğini açığa çıkardı? Bunun cevabı herkes için farklı olacaktır elbette. Belki de bu keşiflerin en önemli unsuru, tam doğruluğunu kanıtlamaktansa şahsın üzerindeki etkisi, onu nelere teşvik ettiği, ne gibi duyguları ön plana çıkardığıdır. Örneğin, bu süreçte korku, kararsızlık hissetmek bir yere kadar normaldir, fakat bu duyguların başka insanlara karşı sürekli şüpheye, pasif agresifliğe dönüşmesi zararlıdır. Ya da tam tersi bir örnek vermek gerekirse, bu süreç hem izolasyon gereği hem de ekonomik sıkıntı sebebiyle zorluk yaşayan insanlara daha çok yardım etmeyi ve onlarla iletişim kurmayı teşvik etmişse, bu bir kazançtır.
Salgının daha ciddi yaşandığı bölgelerdeki başlıca etkenler maske, mesafe, dezenfektan kullanma kurallarına uymamak ve yüksek nüfus sayısı mıydı, yoksa Wuhan’da olduğu gibi doğadan uzak, hızlı tempolu hayatın yarattığı stres ve kritik seviyedeki hava kirliliğinin de bu sonuçlarda etkisi oldu mu?
Bilinçli veya bilinçsiz, toplum olarak verdiğimiz kararlarla bağlantılı olan ve giderek artan çevresel sorunlara birçok sebep ve birçok çözüm önerilen bir dönemde yaşamaktayız. Önemli etkenlerden bir tanesi modern zirai uygulamalar sonucu kimyasallarla yüklenmiş toprakların tükenmesi ve verimsizleşmesidir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası savaş sırasında kimyasal madde üreten fabrikalar piyasada yeni müşterilerini tarım endüstrisinde buldu. Günümüze dek doğa üzerinde kullanılan bu maddeler insanlık üzerinde gerçekleşen savaşların yankılanmasıdır. Özellikle çok yaygın olan genetiği değiştirilmiş veyahut hibrid tohumlar bu maddelerin kullanılmasını gerektirir çünkü doğal, verimli ve özellik açısından çok çeşitli tohumların aksine, bahsi geçen endüstriyel monokültür tohumlar farklı stres faktörlerine karşı dirençsizdirler. Fazlasıyla zirai ilaç ve sentetik gübreye tabi tutulan ekimler sonuç olarak toprağı canlılıktan, mineral yoğunluğundan alıkoyar. Toprağı iyileştirmek ve verimli tohum kullanmak yerine daha agresif çözümlere odaklanır ve bu döngü bu şekilde devam eder. Bu çıkmaz yolun son durağı çölleşmedir. Fakat çölleşme gerçekleşmeden çok önce, hem insanlık, hem de atmosfer, toprak ve su üzerinde bir çok farklı zarar ve kayıplar da meydana gelir. Önemi giderek anlaşılan ekolojik tarım neyse ki güzel adamızda bile giderek artan bir tercihtir. Ekolojik tarımdaki ana prensip mütekabiliyettir, topraktan sadece almak yerine, toprağa karşılık olarak geri vermektir de. Tüketeceğimiz gıdalar üstünde yetiştirdiğimiz toprağın kalitesini, canlılığını, aynı zamanda iç toprağımızın, yani daha bilimsel bir dille bedenimizdeki mikrobiyomun kalitesini belirler. Vandana Shiva’nın deyişiyle, toprağa ne edersek, kendimiz de onu buluruz.
Ağaçlık bir bölgede elinize bir avuç toprak aldığınızı düşünün. Elinize aldığınız bir avuç toprakta milyarca bakteri ve daha birçok farklı mikroorganizma olacaktır. Bu mikroorganizmaların zenginliği ve çeşitliliği havanın temizliği ve toprağın verimliliği ile doğrudan bağlantılıdır. Gezegenimizin atmosferinde bulunan oksijeni bile tarih öncesinden mevcut olan siyanobakterilere borçlu olduğumuz düşünülmektedir. Tükettiğimiz gıdaları etkili bir biçimde özümsememiz ve sindirmemiz midemizde bulunan bakteriler sayesindedir. Kapsamlı hücresel bağışıklık da yine midemizdeki bakteri kolonilerinin denge ve zenginlik içinde olmasıyla bağlantılıdır. 1960’lı yıllarda 500 kadar bakteri türü keşfedilmişken, güncel bilgilere göre sadece ağzımızın içinde bulunan bakteri türleri 700 kadardır. Ağzımızı temel koruma mekanizmalarımızdan biri olarak düşünebiliriz. Yine ağzımızın içindeki mikrobiyomun denge içinde olmasının genel sağlığımız üzerinde önemli etkisi vardır. Bill Bryson’un A Short History of Nearly Everything adlı kitabında dediği gibi, ‘’Unutmayın ki, bakteriler milyarlarca senedir biz olmadan hayatta kaldılar. Onlar olmadan biz bir gün bile yaşayamayız.’’
Antibiyotik çağının başlangıçlarında mikroplara karşı savaşı yenmeye az kaldığı ilan edilirken, bir yandan hayat tecrübeleriyle bizden çok önde giden bakteriler hızlı bir dönüşümle, yeterli bilgiye sahip olmadan ve hatalı bir bakış açısıyla geliştirilmiş antibiyotiklere karşı direnç kazandılar. Sanırım artık özellikle hastane ortamlarında bulunan “super bug” kavramını herkes duymuştur: İlaç sektöründeki hiçbir antibiyotiğin başa çıkamadığı süper mikroplar.
Pandemi ilanının ilk haftalarında okuduğum kısa bir makale bakış açımı çok etkilemişti. Kısacası yazı, bir virüsün amacının konak olduğu organizmayı öldürmek olmadığını, konukluk sahibinin bağışıklık sisteminin ne kadar güçlü olduğuna ve farklı stres faktörlerine göre virüse tepki verdiğini, semptomların aslında daha çok bu tepkiden kaynaklı olduğunu ve kendimizi daha hazır hissedebilmek, virüs ile olası bir karşılaşmaya karşı daha donanımlı olabilmek için ne gibi adımlar atabileceğimizi anlatıyordu. Bir yandan savaş ilan edilirken, insanlar ümitsizliğe kapılırken, bu yazıdaki bakış açısı davetsiz misafiri daha iyi anlamaya ve anlatmaya çalışıyordu. Bu yabancıya kulak vermeden, doğru düzgün kavramadan, ve daha önemlisi, direncimizi etkileyecek kısıtlamalarımızı değerlendirmeden onunla girişilecek bir mücadeleye hazırlanmak ne kadar mantıklıydı?
Mikrobiyoma ilaveten, vücudumuzda ve etrafımızda bir de trilyonlarca virüs bulunduğu düşünülmek”tedir. Vücudumuzdaki bu trilyonlarca virüsün çoğu bizimle semptomsuz bir ortakyaşam halindedir. Yani aslında büyük bir ekosistemin parçası olan insan, kendi vücudunu da bir ekosistem halinde düşünebilir. Vücudumuzdaki ekosistemde dengesizlik meydana geldiğinde bazı mikroorganizmalarda aşırı artış görülür veyahut mukoza tabakası hasar gördüğünde, bakteriler normalde bulunmadıkları ortamlara (ör. kana) karışabilir ve bu durumlar enfeksiyonlara sebep olabilir. Vücudumuzda semptom yaratmadan mevcut olan bazı virüsler de farklı stres faktörlerine ilişkin enfeksiyona sebep olabilir. Örneğin, her nezle olmamız vücut dışı bir virüsle yeniden karşılaştığımız anlamına gelmez, vücutta atıl halde duran bir virüsün aktifleşmesi söz konusu olabilir. Bazılarımız bu durumlarda patojeni suçlarız, bazılarımız da bu durumu vücudumuzun bize vermeye çalıştığı bir mesaj olarak algılarız.
Kısacası, bakterilerin keşfinde söz konusu olduğu gibi, bakterilerden daha da küçük olan virüsler hakkında da ileride araştırmalar sonucu yeni, hayat-değiştiren bilgiler edinmeyeceğimiz malum değildir. Yine Bill Bryson’un dediği gibi, bilinen bakteri türlerinin sadece %1’i laboratuvarda izole edilip gözlemlenebiliyor, geriye kalanı sadece kendi doğal ortamlarında hareket ve yaşam halinde incelenebiliyor. Yani bakterileri bile henüz yeni kavramaya başlamışken, şeker gibi tüketilen ve kullanılan antibiyotiklerin hem doğa hem de kendi vücudumuza ilişkin sebep oldukları yıkıcı neticelerden ders alarak, virüslere karşı tepkimizi de iyice elden geçirmemiz, daha kapsamlı çözümler düşünmemiz daha uygun değil mi?
Fırsat verildiğinde ve doğamıza olabildikçe en uygun bir biçimde yaşanıldığında çok boyutlu ve kompleks olan bedenimizin mucizeler yaratabileceği gibi, geçtiğimiz yıl bir yandan da bizlere alçakgönüllülüğün önemini ve faniliği hatırlattı. Dünyanın varoluş serüveninde bizi barındıran kısmın dikkate değerliliği geriye kalan kısımlara göre oldukça kısadır. Tabii bu kısa dönemde, özellikle Sanayi Devrimi sonrası gerçekleşenler hayat dansımız sona erdikten sonra da uzun süre devam edecektir. İnsanoğlu zekâ açısından diğer varlıklara göre daha üstün olabilir. Teknolojinin gelişmesi insanlık olarak çok ilerlediğimizi hissettirebilir, geride bıraktığımız her yaşam tarzının, her bakış açısının artık bize bir katkısı olamayacağını düşündürebilir. Gözleri kamaştıran ama bir yandan da körelten yoğun ışık misali kendimizi yanıltmamalıyız. Sofistike alanlarda uzmanlıklar çoğalmış olsa da, Robin Wall Kimmerer’in dediği gibi, “dünyaya hakimiyetimiz arttıkça daha da yalnızlaştık çünkü artık etrafımızdaki hayvan ve bitkilerden oluşan komşularımızın isimlerini bile bilmez olduk, tıpkı yabancı ve uzak bir memlekette kaybolmak gibi.” Bu hayat dansında boyun eğdirmeye kalkarken boynumuzun eğdirilmemesine, daha kötüsü kırılmamasına dikkat etmeliyiz.