“Köyden çocukluk hatıralarım...” (2)

Sevgül Uludağ

Mihalakis Savvidis

KÖY OKULU VE İLAÇLAR...

Bir vahşi gibi yalnız, dağları yeğenimle ya da sınıf arkadaşlarımla dolaşıp duruyor, bahçelerden meyva çalıyor ve öğretmenlerimizin hayatını sefil hale getiriyorduk... Eğer bir eşek benim ninemden, öğretmenlerimden ve giriştiğim kavgalardan yediğim kadar dayak yemiş olsaydı, kesin ölürdü...Hata yapmış olsam da, olmasam da farketmezdi... Ninem yaşlı, cahil, zavallı bir kadındı ve öğretmen defterime kırmızı kalemle tam not verip “Bravo” diye yazmış olsa dahi beni döverdi. Nineme göre kırmızı rengin anlamı, okula dersimi yapmadan gitmiş olmamdı...

Öğretmen Hacıilias ellerimizin temiz olup olmadığına bakmak istediğinde dehşete kapılırdık. Sanki de bedenimizin geri kalanı ya da giysilerimiz pırıl pırılmış gibi... Oturmamızı söyleyip de ellerimizi sıranın üstüne koymamızı söylediği anda hemen dişlerimizle kirli tırnaklarımızı çiğnemeye başlardık. Mendilimiz olup olmadığını da görmek isterdi... Sümüklü mendilimizi sıraya koyup ellerimizi de kaldırırdık... Hacıilias bir değnekle gelir ve temiz olmadığınıza kanaat getirirse – ki bu neredeyse kesindi – tüm kuvvetiyle avuçlarımıza vururdu. Soğuktan donmuş ellerimizi çekersek, değnek sıraya vururdu. O zaman derhal ellerimizi uzatmamız için bağırırdı, ta ki hedefini bulsun... Sıradan atlayan ve acı içinde bağıran, sınıfın içinde kafası kesilmiş tavuk gibi koşturan talihsiz öğrenciyi izlerken (cinsiyeti de farketmezdi, acıma yoktu), bizler de mahkumlar gibi sıramızın gelmesini beklerdik.

En densizlerden biri olan Prokopis buna dayanamadı ve değneğin ortasına bir delik açarak içini samanla doldurdu... Hacıilias ertesi defa vurmaya kalkışınca, değnek ortadan ikiye bölündü. Fakat zavallı Prokopis’in yanına kalmadı bu çünkü bu konudaki tüm kuşkular onu işaret ediyordu. Böylece öğretmen onu ormana gönderdi, yalnızca bir değnek değil, çeşitli şeyler getirmek üzere... Ve en iyi değneği de onun üstünde denemeye çalıştı öğretmen, Prokopis “Fkiakuri... Fkiakuri...” diye bağırıyordu... Fkiakuri yani “Kulaklı”, Hacıilias’a taktığı isimdi çünkü bizi kulaklarımızdan yakalayıp sürüklerdi...

Ağaçlar ve bahçeler arasından koşarken sürekli oramız buramız yaralanır, çizilirdi, ufak tefek yaralar oluşurdu ve bacaklarımızda ve kollarımızda kesikler olurdu. Ninem çocukların bu yaralarına tuz ya da bitkileri yok eden ilaçlar koyardı, yukarı yukarı sıçrasak ta... Ayaklarımızdaki büyük yaralar için soğan keser ve soğanla kapatırdık bu yaraları...

Orada bulunduğum altı yıl içerisinde tek gördüğüm doktor ve ilaç ninemdi, duaları ve bitkileri, ilaçları, şişe çekmeleri, yağları ve zivaniyalarıyla... Daha ciddi yaralar, köy “uzmanları” tarafından ele alınırdı... Dedem Mihail, kulak ağrılarını iyileştirmekte uzmandı ve bunları sıçan yağıyla “tedavi” ederdi! Bu sıçan yağını da yuvalarında yeni doğmuş sıçanları alarak zeytinyağına atarak ve onları uzunca süre yağda tutarak elde ederdi. Dişler için uzman şahıs Kanaris Skarparis idi... Yalnızca kunduracı, kemaneci ve berber değildi, aynı zamanda pensayla diş de çekerdi. Başımızda bit ve pire olmasın diye biz öğrencilerin tümü de sıfır numarayla traş edilirdik. Kör bir saç kesme makinesiyle yapardı bunu, dizel yağıyla yağlardı bu makineyi saçımızı kesmek için. Ancak bu traş makinesi sık sık tutukluk yapar, kafamıza yağ bulanır, saçlarımızı kökünden sökerdi...

Dişçi yeteneklerine gelince, daha etkili aletleri vardı, bunlar arasında pensa bulunuyordu... Zavallı Marikku’yu hatırlıyorum, uzun süredir dişi ağrıyordu, ta ki cesaretini toplayıp Kanaris’e gidinceye kadar... Nihayetinde eve rahatlamış olarak döndü ve en nihayetinde dişi çekildiği için rahatladığını söyledi. Dişi o kadar ağrımıştı ki bir taş parçasıyla kendi dişini kırmıştı daha önce ve bize içerisinde küçük bir kurtçuk bulduğunu anlatmıştı... Kırık dişini de kirli, kanlı bir mendile sarmıştı ancak ısrarıma rağmen ne yazık ki bu dişi bana göstermemişti...

KÖYDEKİ KUTLAMALAR VE PANAYIRLAR...

Tüm köy yalnızca kilisede, düğünlerde ve panayırlarda bir araya gelirdi. Noel ya da Paska gibi tatiller kendine özgü bir inceliğe sahipti çünkü bu günlerde yeni giysilerimizi giyer ve karanlıkta kiliseye giderken ninemin elini tutardım, fenerler ya da mumlar taşırdık... Sisin içinden köylülerin siluetlerinin yavaşça ilerlediğini görmek, nefes kesici bir manzaraydı ve sonra da kısaca sohbet için arada bir dururduk.

Ve elbette annemle babam bize bir köfün dolusu Noel hediyesi gönderirdi! Bunlar arasında portokal gibi ender bulabildiğimiz meyvalar ya da ender bulabildiğimiz çiçek lahanası gibi sebzeler olurdu! Her zaman büyük bir çikolata ve bir de Noel kartı olurdu, güzel dileklerle... Bu Noel kartını rafa koyardık, özgün bir Noel süslemesi gibi... Noel sade ve yalnız geçerdi, yalnızca ben ve ninem vardık, herhangi bir deokrasyon, hindi, bir araya gelmeler ya da ışıklar olmazdı. Noel yemeği tavuklu çorbadan oluşurdu. Öğlen yemeği olacak olan tavuğun seçilme süreci kolay değildi. Ninem bütün tavuklara birer isim takmıştı... (“Kahve” veya yalpalayarak yürüyen bir tavuğa taktığı “Sandal” gibi isimlerdi bunlar...) Ve onlara acırdı... Ancak bazılarının feda edilmesi gerekirdi...

Domuz sahibi olacak kadar şanslı olanlar ise jambon, sosis gibi şeyler yiyebilirdi... Tatil sezonu yaklaşırken, domuzu kesme işlemini gözyaşları içerisinde izlemeye giderdik... Barbarca bir uygulamaydı bu çünkü adamlar hayvanın üstüne çökerler, boğazını keserlerdi ve her yere kan fışkırırdı. Sonra onu bir tahtanın üstüne yatırıp üstüne kaynar su dökerler ve “camkağıdı”yla sistematik biçimde derisindeki tüyleri çıkarırlardı... Biz küçükler de domuzun karnının yarılmasını ve mesanesinin çıkarılarak boşaltılmasını ve sonra da bu mesane torbasının bize verilmesini heyecanla beklerdik. Bu mesaneyi bir balon gibi şişirir, ucunu bağlardık ve böylece bir toplumuz olurdu ve koşarak onunla futbol oynamaya giderdik.

Ve yavaş yavaş kış sona ererdi, ilkbaharın gelmesiyle karlar erirdi, nehirler akmaya başlar ve dağlar suyla ve dereciklerle dolardı... Yeğenimle birlikte patikalardan yürüyerek çilek topalamaya ya da yaban arısı öldürüp bunları ortadan kesmeye, küçük karınlarındaki balı yemeye girişirdik. Veya sahne için çiçek toplardık... Bir keresinde “Bakire Meyrem’in gözyaşları” denen inci çiçeklerini kayalıklardan toplamaya çıkmış fakat aşağıya inememiştik. Kayalıklarda oturup ağlamıştık, yaşlanacaktık ve kimse de bizi bulamayacaktı! Ama en nihayet yere inebilmiştik!

Ve Paska, tüm fırınlardan salınan kokularla geliyordu... Kış arkamızda kalmıştı, seyyar satıcılar ya da zanaatkarlar köyleri turlamaya çıkabilirdi artık eşecikleriyle – bunlar kuru incir veya kalbur gibi şeyler satarlar ya da uzun cümleler kurarak hizmetlerini sunarlardı. Bir ağacın altına tezgah kuran çingeneler (Romanlar) her bir ailenin bakır çanak çömleğini sırlardı... Kilise yakınlarında tezgah kuran “Galligalar” ise eşekleri nallarlar, semerciler ise eşekler için büyük semerler yaparlardı... Beni en çok büyüleyen ise yorgancılar olurdu – bunlar bulunduğumuz odada yerde oturur ve uzun bir yayımsı aletle ritmik biçimde vurarak pamukları atarlardı, bu da tıpkı kar tanelerine benzerdi... Orada saatlerce oturur, yorgancıyı izlerdim, sanki hiç durmaksızın bir müzik aleti çalar gibiydi... Şiltelerin ve yorganların pamuğunu atması ve dikmesi iki ya da üç gününü alırdı ve her zaman pamukların yanında yatırdı geceleri... Şilte ya da yorganda kullanacağı kumaşları seçerdik ve bunuları o da bunları dikerdi...

Panayırları da iple çekerdik çünkü halep fıstığı ve pastelli yiyebileceğimiz tek fırsat buydu... Seslerin ve renklerin renki bir çiçek dürbününden geçmesi gibiydi ve kelimenin tam anlamıyla tam bir karmaşa olurdu... Her yerde köfünler, sepetler olurdu, torbalar parçalanmış, şarap şişeleri yerlere atılmış olurdu... Bir çam ağacının altında kasap keçileri kesip dallarına etleri asardı, almak isteyenler için... Bütün panayırlarda, iki metre boyu olan bir adamın olduğunu hatırlarım... Uzun saçlı, uzun sakallı ama gözleri görmeyen, bir elinde paçavralar olan, sanki de İncil’den fırlamış bir adam, derin ve nazik bir sesle “bayanlar ve bayları” alışveriş etmeye çağırırdı. Yanında de her zaman bir kova dolusu bozuk para taşırdı... Bu adam her zaman benim için gizem doluydu...

Ve buna şarkıcıların veya şairlerin sesleri de katkıda bulunurdu... Şarkı yazma yeteneği olan insanlar büyük aşklar, tutkular, cinayetler, hırsızlıklar ve olayları anlattıkları şarkılarla burayı doldururdu... Çatista değildi bunlar şarkılardı ve bunları ancak Odisse ya da İliada destanına benzetebilirdiniz çünkü kendileri söylerlerdi bu şarkıları ve ucuz, renkli kağıda, kırmızı, sarı, mavi renkli kağıda basıp bunları birkaç kuruşa satarlardı... Bu insanların yazdığı ve geleneksel zenginliğimiz olan bu şarkılarla ilgili bir inceleme veya bunların toparlama ve kaydetme girişimi var mı acaba? Bilmiyorum...

(Fotoğrafların bir bölümü Rene Wideson’un “A Portrait of Cyprus” adlı 1957 tarihli kitabından alınmıştır).

(Mihalakis Savvidis’in yazısını İngilizce’den Türkçe’ye özetle çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).