Leyla KIRALP
Köyümüz Mari/Tatlısu’da, eski bayramlar heyecanlı, sevinçli, mutlu geçerdi. Bayram öncesi bayramlıklarımız alınır, dikilir, başucumuza asılırdı. Yeni ayakkabı alınmadıysa eskiler boyanır, yatak altına konurdu. Elbiselerimizi ablam terzi olmadan önce köyün terzisi Cemile aba dikerdi. Bayramlık elbiselerimiz için kumaşları ya Lefkoşa Arasta’daki dükkanlardan ya da 1963 sonrası köyümüze Kalavason’dan göçmen olarak gelen Necati ve Selahi dayıların kumaş dükkanlarından alırdık.
Ablam, bayram öncesi sabahlara kadar dikiş makinesinin önünde idi. Ben de onun yanında olur, ona toplu iğne, iğne-iplik verirdim. Sabaha elbise bitmiş, askıya asılmış olurdu. Hiç unutmam, Lefkoşa Arasta’dan açık gri renk, beyaz desenli hafif tüylü bir kumaştan dikilen elbisemi, ilkokula gittiğim yıllarımdan 1974’e kadar dolapta saklamıştım. Nedeni, elbisemin renginin ve yumuşaklığının, kedim Duman’a benzemesiydi.
Bayram öncesi bayram temizliği yapılırdı. Evin her tarafı silinir, pırıl pırıl olurdu. Çarşaflar, perdeler, örtüler yıkanır, çivitlenirdi. Arife gün, evimizdeki fırın yakılır, annem ve ablam seleler dolusu talar peynirinden nefis pilavunalar, bol karacoççolu ve susamlı gulluriler (çörekler) yapalardı. Ablam, çok güzel badem ezmesi yapar, macunluğu doldurur, bayram günü gelenlere ikram için vitrine koyardı. Vitrinden badem ezmelerini aşırmak için biz küçükler adeta yarışırdık. Bir defasında o kadar çok aşırdık ki, badem ezmelerini bitirdik. Nihat dayının bakkal dükkanına gidip lokum aldık ve macunluğa koyduk. Annem anladığı zaman bizim kulaklar defalarca cimciklenmiş ve uzun süre ağrımıştı.
Arife gün, mutlaka mezarlığa giderdik. Buhur yakar, nenemlere, dedemlere ve diğer akrabalara bildiğimiz duaları okurduk. 1974’te son bayram öncesi olan arife gün, annemle yine mezarlık ziyaretine gitmiştik. Köy 20 Temmuz günü teslim olduğu için köyde Rum polisi vardı. “Nereye?” diye sormuştu, annem de Rumca bilmediği için “Anneme, babama” demişti. Rum polis “Anne, baba nerede?” deyince annem elindeki buhuru ve çiçekleri gösterek mezarlık tarafını işaret etmişti, Rum polis de anladığını ifade etmek başını sallamış ve “Güle güle hanımissa” demişti.
Arife gün, köyümüzün kadeyifçisi olan Hasibe aba, ev ev dolaşıp kadayıf dökerdi. Annem, Hasibe aba gelmeden önce hamuru hazırlar, ateşi yakar, ateşin üzerine büyükce bir sacı ters çevirerek koyardı. Hasibe aba elindeki delikli kabıyla gelir, cıvık hamuru ısınmış sacın üzerine tel tel dökerdi. Tel tel dökülen hamur hemen kızarırdı. Hasibe aba bir taraftan hamuru sıcak sacın üzerine döker, diğer taraftan kızaranları toplar, düzgün bir şekilde tepsiye koyardı. Hasibe aba yaptığı kadeyif dökme işinden para almak istemezdi fakat babam zorla önlüğünün cebine çifte şilin koyardı.
Annem geceden kadeyifi dövülmüş bademle, toz baharla “tarçın” hazırlar, şerbetler, sonra da tepsinin üzerini temiz bezle örterdi. Babam bayram sabahı, köyümüzün minaresiz camisine gider, bayram namazından sonra, önce nenem ve dedeme uğrar, sonra neşeyle eve gelirdi. Önce annem babamın elini öperdi sonra da biz. Bayram harçlığımızı alır almaz doğru nenemin ve diğer akrabaların ellerini öpmeye koşardık. Aldığımız harçlıkları harcamaz, haftalık olarak okuldaki defterciğimize yatırır ve hangimizin harçlığı daha çok diye birbirimize hava atardık.
Bayram günü Leymosun ve Lefkoşa’daki amcalarım gelirlerdi. Amcalarımın, yeğenlerimin gelişi bizi daha da sevindirirdi. Niçin mi? Şehirden akrabalar gelirdi da onun için. Şehirden akrabaların gelişi o yıllarda ayrıcalıktı.
Bayram geceleri ya Karaböcü sinemasına gidererek ya da evde Hanım nenemin ertesi geceye sarkan masallarıyla geçerdi. Nenemin masallarını dinlemek ayrıcalıktı. Niçin mi? Çünkü çoğu çocuk bizim nenemden dinlediğimiz masalları hiç duymamıştı.
Çocukluğumuzdan bu güne, çok şey değerini yitirip değişti. Bazı şeylerin değişmesini engellemek için çok direnmemize rağmen bu değişimi engelleyemedik. Ne arifeler arife, ne bayramlar bayram, ne kadeyifler kadeyif, ne pilavunalar pilavuna, ne el öpmeler el öpmedir.
Ne kaldı geriye? Gerçek yaşamın sosyal yaşantısının yerini sosyal medya aldı. Telefonda sevdiklerinin sesini duymak da yok, yolunu günlerce beklediğin, okurken de yazarken de duygulandığın mektup da yok. Kapını çalan da yok, hatırını soran da yok. Bayram da yok, bayram sevinci de yok. Ne var? Facebook’ta yazılan kelime değil , sadece bir kaç harf var: “Tşk, slm”...
Nerede, ablamın diktiği ve senelerce dolapta sakladığım bayramlık elbisem, nerede Hasibe abanın döktüğü tel kadeyif, nerede annemin yaptığı pilavunalar, nerede ellerini sevgiyle öptüğümüz akarabalar? Nerede bizim adetlerimiz, kültürümüz? Daha doğrusu biz NEREDEYİZ ? Eski bayramlar sevinçti, heyecandı, bütünleştirici idi. Şimdiki bayramlar ise tıpkı o eski şarkı gibi: “Bayram Gelmiş Neyime, Kan Damlar Yüreğime”...
Leyla-Kıralp'ın-çocukluğundan-bir-resim..
“Mahkumların Şafağı ve babam Zaven Biberyan ile anılarım...”
Tilda Biberyan Mangasar
Zaven Biberyan’ın kızı olarak benim anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki nereden başlayacağımı bilemiyorum.
O benim için zor anlaşılır bir baba oldu. Onu kendi dünyasında, kendi düşünceleriyle iç içe yaşayan bir insan olarak görüyordum. Az konuşan, pipo ağzında, sürekli düşüncelere dalan, kah yazan, kah çizen bir baba…
Tabii ki o zamanlar küçüktüm ve onun iç dünyasını anlamakta zorlanıyordum. 20’li yaşlarda onunla diyalog kurup konuşmak, paylaşmak ve onu anlamaya çalışmak istesem de şartlar öyle getirdi ki hastalığı nedeniyle bunları başaramadık.
Babamın geçmişiyle ilgili çok az şey biliyordum. Sadece annemden duyduğum anılar ve hikayeler vardı. Eminim ki annem, babamın 25 yıllık hayatını, mücadelelerini bu kadar bilmiyordu. Belki de yanılıyorum. Annem biliyordu ve bana anlatmadı, kim bilir…
23 sene birlikte yaşadık. Babamın bana karşı olan davranışları, aileyi koruma içgüdüsü ve baskısı, öğrencilik yıllarımda beni zaman zaman rahatsız etmişti. Fakat yeni çıkan 'Mahkûmların Şafağı' adlı kitabındaki 25 senelik hatıralarını okuyunca onu daha iyi anladım ve tanıdım.
Son senelerde kendi kabuğuna çekilip hayatını resim çizerek, bazen yazarak, ailesiyle sosyalleşerek geçirdi. Moda ve Büyükada’ya aşıktı. Çocukluğumda Moda parkında babamla geçirdiğimiz günleri, her pazar Büyükada’da bisikletle gezdiğimiz saatleri, Moda plajında ve adalarda saatlerce yüzdüğümüz o günleri dün gibi hatırlıyorum. Tavla oynamayı bile ondan öğrendim. Bunları unutmak mümkün değil.
Her şeyi o öğretti bana. Çok iyi bir aile babası ve iyi bir eş olmuştu. Zor bir kişilik olmasına rağmen annemle ilişkileri her zaman mükemmeldi. Annem iyi bir idareci, akıllı bir kadın olduğundan her zaman aile yaşamımız iyi olmuştur. Dolayısıyla çocukluk ve gençliğim iyi geçti diyebilirim. Gençlik yıllarımda yaşamak istediğim ancak çoğunu gerçekleştiremediğim o kadar çok şey var ki. Şimdi onu çok iyi anlayabiliyorum ve takdir ediyorum. Her zaman sıkıntılı, stresli bir hayatı olmuş. Evlendikten sonra ve benim doğumumla hayatını değiştirdiğini, bizi daima korumak için elinden geleni yaptığını görüyorum. Eğitim dönemimde benimle sürekli ilgilenen bir baba olmuştur. Onun sayesinde her zaman başarılı bir öğrenci oldum. Yüksek öğrenim şansımın olamaması da 1980’lerin kötü dönemlerine denk gelmesiydi. Bu olaylar yüzünden eğitimime devam edemedim.
Seneler sonra elime geçen bir defterden bana karşı ne kadar ilgili bir baba olduğunu anladım. Doğumumdan itibaren 8 sene boyunca her aşamayı günlük yemek listeme kadar yazıya döküp bir defter haline getirmesi beni çok etkilemiştir. İlk adımım, ilk konuşmam, sokaktaki davranışlarım, okul dönemindeki çalışma şeklim, her şeyi tarihi ve saatine kadar en ince ayrıntısıyla yazmıştır.
Yazılarından birinde, üç yaşındayken davranışımı değerlendirmiş ve yazıya almış:
“Müthiş bir gururu var. Eğer yemek yerken dilini ısırsa veya bir yeri ağrırsa geçene kadar başını çevirir, yüzünü kapatır, sesini çıkarmaz ve hareketsiz kalır. Hiçbir zaman başına ne geldiğini söylemez.”
Dört yaşındayken;
“Hasta olduğunda, ağlarken kimsenin onu görmesini istemez. Ağlar ve bağırır.”
“ ‘Kimse gelmesin , beni görmesin.’
‘Babam da gelmesin.’
‘Gözyaşlarını silmiş, giyinmiş, güler yüzlü , düzgün görmeliler onu.’”
Bunlar gibi niceleri…
Çocukluğumda hiç hatırlamadığım bu davranışlarımı defalarca okudum. Çok az baba vardır ki evladıyla bu kadar yakından ilgilensin ve her davranışını not etsin. Bu da Zaven Biberyan’nın özel ve mükemmel bir insan, bir baba olduğunun göstergesi.
Onun daha çok yaşamasını, yaratıcılığını görmeyi ve onunla yazdığı hatıralarını kendi ağzından duymayı çok isterdim. Hatıralarını okurken bazen kitabı kapatıp, derin bir nefes alıp tekrar okumaya devam ettim. Çok etkileyiciydi…
Öldüğünde 63 yaşındaydı. Yaşasaydı zamanla belki de birçok şeyi kaleme alacaktı. Bilemiyoruz. Yaşadıkları maalesef onu çok erken yıpratmış. Hayattayken çevresindeki insanların yavaş yavaş uzaklaşması onu anlayamaması ve yalnız bırakması çok acı… Ama ben onu yalnız bırakmayı düşünmüyorum. Elimden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorum. Biberyan’ı seven ve ona değer veren dostlarla çalışıyoruz ve çalışmaya devam edeceğiz. O artık yalnız değil. Onu takdir eden ve değer veren insanlar var. Eserleriyle her zaman yaşayacak. Babam benim gözümde çok değerli bir yazar ve iyi bir çevirmendi ama maalesef hayattayken değeri bilinmedi. Şimdi eminim ki o bizi görüyor ve mutlu oluyor. Hayattayken yapmak isteyip de yapamadığı her ne varsa ben kızı olarak elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum ve çalışacağım.
Bana bu yolda yardımcı olan ve desteklerini esirgemeyen herkese teşekkür ederim. Hep birlikte onu yaşatacağımıza inanıyorum.
(GAZETE DUVAR - Tilda Biberyan Mangasar – 11.12.2021)
"Babam, acılarını içinde taşıdı"
Evrim KEPENEK
Tilda Biberyan babası Zaven Biberyan’ı anlatıyor:
“Benim babam kapalı kutuydu biz de kitapla birlikte ailece babamı daha faklı tanıdık. Çok zor bir hayatı olmuş, çok erken öldü. Bu kitabın sayesinde çok şey öğrendik. Çok zor bir hayatı olduğu için çok erken öldü.
Babamın bu kadar yazdığını daha doğrusu ne yazdığını onla yaşadığımız dönemde anlamamışım. Bu yazdığı kitaba, akrabalarımızın bile listesini koymuş, biz çoğunu tanımıyorduk.
Babam çok konuşmazdı. Konuşan biri değildi oturup yazardı daha çok onu hep o haliyle hatırlıyorum. İçinde taşıdı acılarını.
Kalemi çok sadeydi, dili çok anlaşılırdı…
Hayattayken anlaşılmamış babam hiçbir çevreden destek görmemiş hep köstek görmüş. Maddiyat sorunu vardı evet ama başka destekleri de yoktu.
Kırmızı Kaplı Defter’e benim doğumumu yazmış. O andan itibaren neler yaptığımı, ilk adımımı, ilk kelimemi. Bu defteri önce anneme teslim etmiş annem bana teslim etti. Fakat ben onu asıl “Mahkumların Şafağında” kitabı ile yeniden tanıdım.
Ben çocukken veya 15, 16 yaşındayken okula götürüp getirirdi hiç anlamazdım şimdi çok daha iyi anlıyorum yaşadıklarından sonra sürekli bize bir şey olacak korkusu vardı. O zamanlar bu bana baskı gelirdi, onun ne yaşadığını bilmediğimden, şimdi anlıyorum.
Eskiye göre Ermeniler de değişti artık. Ermeniler de sözünü söylüyor. Keşke biraz daha yaşasaydı, bize açılsaydı belki yazması için onu daha çok teşvik edecektik. Gençti babam o genç yaşında kaybettik.
Babamdan bana onun kitaplarını, yazılarını, çevirilerini yayma mirası kaldı. Benim mirasım, babamın sözleri, anlatıları, kitapları…”
“Onu tanımayı çok isterdim”
Bu sırada torunu Tamar söze giriyor:
“Soykırımdan sonra Ermeniler suskunluğa gömülmüş ya. Dedem de o suskunluğa dahil olmuş aslında. İçine kapanmış geçmişte yaşanılanları hep hissetmiş ve taşımış. Ben de onu tanımayı çok isterdim...”
107 yıl önce yaşananlar, kuşaktan kuşağa akıyor, yaralar iyileşmiyor, bir halkın yasını dahi tutmasına, kayıplarını anmasına izin vermeyenler yaraları iyileştiremiyor, iyileştirmiyor.
Tilda Biberyan da iyileşmek için yazmayı tercih edenlerden. Babası Zaven Biberyan'ın deyimiyle sadece ve sadece belki de "yazmak teselli oluyor..."
(BİANET.ORG – Evrim KEPENEK – 24.4.2022)