İtalyan yönetmen Vittorio de Sica'nin, Umberto D isimli başyapıtı, bireyin toplum içerisinde ne tür bir varlığa dönüştüğünü gözler önüne seren, “İtalyan Yeni Gerçekçilik” akımının en önemli filmlerinden biri sayılır. Roma’da, emekli memur maaşı ile geçinmeye çalışan, ailesini İkinci Dünya Savaşı’nda kaybetmiş olan filmin başkarakteri Umberto Domenico Ferrari’nin hikâyesi, yaşama, insani değerlerden ödün vermeden tutunabilme kavgası ve erdemli bir yaşama ulaşmak için, yürünen dikenli bir yolculuktur. Savaş sonrası, İtalya’da yaşanan yoksulluk, belirsizlik, işsizlik ve yozlaşmaya rağmen, bir küçük köpeğin varlığının Umberto Domenico Ferrari’de yeşerttiği umudu zarif bir üslup ile irdeleyen film, 2. Dünya Savaşı sonrası, İtalya’daki politik iklim, kilise ve sosyal doku ile ilgili olarak güçlü bir belge niteliğidir de aynı zamanda. Savaş sonrası oluşan kaotik ortamın, bireylerde yarattığı ikircikliği ele alan, modern topluma geçiş ile birlikte, gün be gün yozlaşan insan ilişkilerine farklı bir bakış açısı getiren Umberto D, tüm bunlara ek olarak İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesine rağmen bireylerin dramının bitmediği bir coğrafyadaki yıkımın ortasında, yaşama tutunabilmek için Makyavelist bir anlayışla her yolu mubah gören, her türlü ahlaki ve vicdani değeri ayaklar altına alan zihniyete direnen bir başkaldırıyı anlatır.
Evet, Umberto Domenico Ferrari’nin içinde yaşadığı ve yozlaşmanın hayatın her alanına nüfuz ettiği ortamın bir başka tezahürü yıllardır hiç kuşkusuz Kıbrıs’ın kuzeyinde de yaşanmaktadır… 1974 sonrası Kıbrıs’ın kuzeyinde, bir başkasının evini, toprağını, parasını, malını gasp etmek üzerine dizayn edilen yapı ile hak edilmemiş bir zenginlik içerisinde boğulan binlerce Kıbrıslı Türk, bu durumdan ötürü erdeme, empatiye, bilgiye etik değerlere kayıtsız kalmıştır. Yaşanan bu etik yoksunluk, özelde bireyin, daha genel ölçekte ise toplumun düşünce sistemini kanser etmiş; hastalıklı düşünce yapısı histerik ve bencil duyguları doğurmuş, bu duygular da toplumsal tavrı/tutumu çökertmiştir… Toplumu bir arada tutan, ortak iyi/ortak çıkar gibi olguların oluşmasını tetikleyen değerler, hak edilmemiş zenginlik ile bezenmiş bir hayat ile yerle yeksan edilmiş, bireylerin bencil çıkarları “ortak iyi”den, biçim “öz”den, para/lüks “onur”dan, gösteriş erdemden daha önemli kabul edilmiştir…
1974 sonrası yaşanan ahlaki yozlaşma, Kıbrıs’ın kuzeyinde düşünsel anlamda, toprakta, sanatta nitelikli bir üretim yapmadan tüketmeyi beraberinde getirdi... Özgün olmak yerine hayatın her alanında kopyalamayı seçtik… Dogmatik doğruları sorgulamadan yaşamımıza angaje ettik. Kıbrıs’ın kuzeyine birçoğumuz Güney’den göç etmemize rağmen, göçmenleri, bize yabancı olanı öteledik, yeni olanı “iyi” olan ile özdeş tuttuk… Yaşanan ahlaki erozyon ile anlık motivasyonların esiri olurken, sürekli olarak kendimize mikro kimlikler biçip, yarattığımız iktidar alanları ile orgazmlar yaşadık; kendimizi içerisinde bulduğumuz iktidar alanlarını dünyanın merkezi saydık… Birgün Dereboyu’nda kesilen ağaç ile anında çevreci ve orman mühendisi olurken, ertesi gün şöminemizin başında trafikte yaşanan sıkıntılar ile ilgili trafik mühendisi gibi davranabildik… Bir sonraki gün ise son model arabamızın fotoğrafını sosyal medyada paylaşıp akşamına iş cinayetleri konusunda ahkâm kestik… Eşitlik, adalet gibi kavramları ağzımızdan düşürmezken, hayatın her alanında ayrıcalıklı olmayı amaç edindik. Ayrıcalıklı olabilmenin yarattığı anlık mutluluk gözlerimizi bağladı ve bu durumun toplumda yarattığı onarılması zor yarayı görmedik/görmek istemedik. Toplum üyelerinin bencil çıkarlarının peşinde koştuğu, hastalıklı tutkuların yaşamın merkezinde olduğu bir ortamda ahlaki yozlaşma kaçınılmazdır. Uzun erimli düşündüğümüzde, böyle bir durum, toplumlarda on yıllar boyu düzelmeyecek tahribatlara neden olur... Evet, biz ahlaki anlamda yozlaşmış bir toplumuz. Bu artık çok çıplak bir gerçek! Tabii ki bu çürümüşlüğe direnen insanlar az da olsa vardır... Ancak bugün bu çürümüşlük neredeyse tüm kurumlara, siyasal iklime ve medyaya sıçramıştır. Yıllardır toplumu dönüştürme gayesi taşıdığını iddia edip toplumun kendisine dönüşen siyasi odaklar, gazeteciler, “entelektüeller” bu durumun en çarpıcı göstergesi... Kapitalizm ise bu ahlaki yozlaşmayı daha da yaygın hale getiriyor; sonraki nesillere de bu hastalığı bulaştırıyor. Yıllardır Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan çürümüşlükle ilgili ne bireysel ne toplumsal anlamda yeterince sorumluluk al(a)madık. Kolay olan sorumluluk almak yerine başka sorumlular yaratmaktı çünkü. Hiçbir sorumlu bulamadıysak tüm sorunları Kıbrıs sorununa bağladık... Oysa içimizi yıllardır kemiren yozlaşmışlık; bizim niteliği alınmış, içi boşaltılmış, kof ve anlık hazlarımızın sonucu... Bizim yarattığımız, büyüttüğümüz ve başka nesillere aktardığımız bir mikrop... Kıbrıs sorunu çözüldüğünde tüm sorunların son bulacağını düşünmek ise sadece bir plasebo.