İşimden dolayı geceleri eve geç geliyorum, birkaç satır da olsa okumadan yatağa girmiyorum; uyumam neredeyse saat 1’i buluyor, bazen geçiyor. Buna rağmen sabah erken uyanmaya dikkat ediyorum. (Lisedeyken okuduğum Jack London’un Martin Eden kitabındaki ana karakter daha çok okuyabilmek için geceleri yanılmıyorsam 4-5 saatlik bir uykunun yeterli olduğunu savunur. İşçi olan ve gündüzleri çalışan Martin, daha çok okuyabilmek için geceleri az uyuyup erken uyanır. Martin Eden beni en çok etkileyen roman karakterlerinden biridir.) Saat 6:30-7 gibi alarm çalmadan uyanıyorum. Kütüphanenin perde aralığından kitaplara dokunan, salonda çiçeklerin üzerinde dolaşan günün ilk ve yumuşak ışıklarını küçük mutluluk dokunuşları olarak karşılıyorum. Gün, tüm yeni potansiyelleri ve bilinmezliği ile doğuyor işte.
***
Kaldığımız apartmanın hemen yanında küçük bir bahçesi olan mütevazi, müstakil bir ev var. Evin sahibi bir süreden beridir bu bahçede birbirinden şirin dört ördek besliyor. Günün ilk ışıklarında kümesleri açılıp bahçede dolanmaya başladıkları anda, heyecanlanıyorlar, çılgınca sesler çıkartıyorlar. Ördeklerin mutluluk çığlıkları hemen berideki yoldan geçen telaşlı iş araçları, kamyonlar ve araba motoru gürültüsü arasında bir yaşam dokunuşu gibi yankılanıyor. Ördeklerin belirlenmiş, kısıtla bir zemindeki varoluş çabaları, çevredeki yabancılara verdikleri tepki, yemek zamanı geldiğindeki coşkuları veya birbirilerine gösterdikleri ilgi, 4’ünün neredeyse birbirinden hiç ayrılmaması… Kütüphanemin penceresinden ördekleri izledikçe, insanların hayvanları nesne konumuna yerleştirmesinin ne kadar zalimce olduğunu ve her canlının kendi yaşamının öznesi olabilmek için nasıl da çabaladığını daha iyi anlıyorum. Yan bahçedeki ördeklerin bu ürkek varoluş çabası, her sabah onların günü ve yaşamı karşılayan heyecanlı çığlıkları arasında, mutluluk fısıltısı olarak kulağıma çalınan bir hikayeye dönüşüyor.
***
Bizim evde televizyon olmadığını ve herkesin çocuk odası olarak tasarladığı yeri kütüphane yaptığımızı söylediğim zaman hep bir şaşkınlık ve bocalama ile karşılaşıyorum. (Yoksa siz de mi şaşırdınız?) Karşımdaki kişi o meşhur yargılayıcı cümlelerden birini söylemeden, ondan önce davranıp onu bozmayı öğrendiğim için artık bu tür karşılaşmalardan keyif alıyorum. Her neyse… Kütüphaneler, -ev kütüphaneleri de olsa- basit mekanlar değildirler. Devinen, hareket eden, dönüşen mekanlardır. Aynen kişinin düşünceleri, fikirleri ve algılayışları gibi. Kişinin, kütüphanelerde fiziki olarak sabit olması aslında yanıltıcıdır. Çünkü düşünce, imgeler ve hayal gücü kitaplarla birlikte sonsuzca bir devinime, harekete geçer. Kütüphane insanı aynı zamanda bir flanördür. Fiziki olarak kendisini sabitlediği yerde, düşü, düşüncesi ve sözcükleri imgeler halinde harekete geçer, mesafe alır, öte dünyaların ve başka imgelerin sıcaklığıyla kaynaşır.
Bir kütüphane sadece bu anlamda değil, fiziki-bedensel olarak da devinen bir mekandır. Raflardaki kitapların yerini değiştirmek, kategorileri bozup yeniden düzenlemek, yeni gelen kitaplarla birlikte raflarda yer açma arayışları, tüm bunlar olurken kütüphanenizin size varlığını unutmuş olduğunuz bir kitabı ansızın önünüze çıkartması, kitapların arasına sıkıştırılmış bir not ile karşılaşmanız veya belleğinizin derinlerine itilmiş bir anının bir kitap kapağı ile ansızın gözünüzün önünde belirlemesi… Tüm bunlar küçük mutluluk, sevinç karşılaşmaları olarak kısıtlı bir mekanda fakat sonsuzca uzayan bir bağlamda çiçeklenebiliyor.
Yılın son günleri… Bütün bir yıl okuduğum kitapları ayrı bir rafta tutuyorum. Yıl bitmeden onları tekrar yerlerine yerleştiriyorum. Fakat bir yerleri yok aslında. Onlar için yer açmam gerekecek. Ve bunu yapmak çok da kolay olmayacak; diğer yandan bir kadar da eğlenceli olacak.
***
Araba sürmesini seven biri değilim. Hele akşamları hiç! İşe bisikletle gidecek olsam ye giderken ya da dönerken öleceğime eminim. En azından ölümümü bir süre daha ertelemek istiyorum. (Bu erteleme istenci muhtemelen doğanın yaşamak için bana tanıdığı zamanın sonuna kadar gidecek.)
Akşam işe gitmek için araba sürüyorum. Hemen her gün… Radyoda her zaman güneyin klasik FM’i var. Şans, ben işe giderken jazz veya jazz ağırlıklı parçalar çalıyorlar. Gece yarısı işten dönerken ise sabahları yayınlanan bir başka jazz programının tekrarını veriyorlar. (Bir itiraf, gündüzleri evden çıkacaksam eğer kendimi bu programın başlangıç saatine göre ayarlıyorum.) Radyoda bildik bir parçanın çalmasının verdiği mutluluk kadar, bilinmedik ama etkileyici bir parçanın çalmasının yarattığı heyecan ve merak da buram buram hayat kokuyor.
Araba sürerken radyoyu kapadığım günler çok enderdir. Geçtiğimiz gün de bu günlerden biriydi. Çünkü yağmur yağıyordu. Tüm kaygıları dağıtırcasına yavaş ve yumuşak. Yolun karanlık ve çukurlarla dolu olmasını; karşıdan gelen araçların, bedenimden geçen ışık huzmeleri gibi hissettiğimi unutturan, radyonun sesini kıstıran, zamanın akışını durduran, birden tüm sesleri susturan yağmur… Artık sadece karanlık bir yolda arabanın camına vurup vurup dağılan, dağılmadan hemen önce de söze gelmez bir ifadeyi anlatmak istercesine ses çıkartan yağmur damlalarının uğultusu var. Yağmur damlalarının dağılıp hiçliğe akmaları gibi, insan yaşamının da aktığı yerin hiçlik olduğunu düşünüyorum. Yaşama ne denli dikkat kesilirsem kesileyim, ölüme de dikkat kesileceğimi biliyorum. Çünkü yaşayan her bir varlığa sarılmak, bir gün onun ölüme gideceği gerçeğine de sarılmaktır. Ölümün de yaşamak gibi doğal ve olağan olduğunu kavramaya çalışmak… Her bir yağmur damlasının arabanın camına vurup dağılırken çıkarttıkları seste, kendi hiçliğime direksiyon salladığımı fark ediyorum… Her bir yağmur damlasının kayboluşunda, kendi gelip geçiciliğimi buluyorum. Bundan dolayı üzülmüyorum, tam tersine özgürce yaşamak için ilham alıyorum. Çünkü ölüm özgür kişinin en az düşündüğü şeydir.