Tufan Erhürman
Kundera, kendi ülkesini de aralarına kattığı bazı Orta Avrupa ülkelerinin uluslarını “küçük ulus” kategorisi içinde değerlendirir. Ona göre, bu ulusların ayırt edici özelliği nicelikleri değildir. Bu görüşünü açıklamak için İspanya ile Polonya’yı mukayese eder. Polonya’nın nüfusu ile İspanya’nın nüfusu arasında öyle çok fazla abartılacak bir fark yoktur. “Ama İspanya varoluşu boyunca asla tehdit altında kalmamış eski bir güçtür, oysa tarih Polonyalılara var olmamanın ne demek olduğunu öğretmiştir” (Milan Kundera, Perde, çev Aysel Bora, İstanbul, Can Yayınları, 2006, s. 41).
Benzer bir şey, Kundera’nın da aralarında olduğu Çekler ya da kendisinin kullanmayı daha çok sevdiği tabirle Bohemya halkı için geçerlidir. Yazar, Ağustos 1968’de Çekoslovakya’nın Rus Ordusu tarafından işgal edilmesiyle ilgili olarak “O zamandan beri ben, hiçbir Fransızın, hiçbir Amerikalının bilmediği şeyi biliyorum; bir insan için ulusunun öldüğünü görmenin ne demek olduğunu biliyorum” demek suretiyle, “küçük bir ulus”a mensup olmanın yarattığı bilgiyi ve kendi deyişiyle halkının yazgısını ortaya koymaktadır. (Kundera, Perde, s. 146).
İşte küçük ulusların diğerlerinden farkı budur. “Küçük uluslar başlangıçtan sonsuza dek var olmanın verdiği mutluluk duygusunu bilmezler; tarihlerinin şu ya da bu döneminde ölümün bekleme odasından geçmişlerdir hepsi; her zaman büyük ulusların küstah bilmezlikleriyle karşılaşmışlardır, varlıklarının sürekli olarak tehdit edildiğini, tehlikeye düştüğünü görürler; çünkü varlıkları bir sorun’dur...” (Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, çev. Özdemir İnce, İstanbul, Can Yayınları, 1995, s. 154-155).
Kundera’nın bu paragrafta söylediklerini unsurlarına ayırırsak, “küçük uluslar”ın üç ayrı sorunundan dem vurduğunu daha açık görebiliriz. Bunlardan birincisi, tarihin şu ya da bu döneminde “ölümün bekleme odası”ndan geçmiş olmaktır. Tarihin dönemleri bazen kısa, bazen daha uzundur. Konuyu Kıbrıslı Türkler açısından ele alırsak, bu dönemin aşağı yukarı yüz elli yıl devam ettiğini, dahası halen devam etmekte olduğunu tespit edebiliriz. Bu halk, önce Osmanlı’nın adayı terk etmesiyle birlikte, sonra 1950’lerin ortalarından itibaren EOKA karşısında ve nihayet 1974’ten sonra bugüne dek sürekli olarak “yok olma” endişesiyle yaşamıştır. “Ölümün bekleme odası”nda geçirilen bu uzun süre Kıbrıslı Türklerin Kundera’nın deyişiyle “küçük bir ulus” olarak tanımlanması ve bu halden kaynaklanan sorunlarla boğuşmak zorunda kalması için fazlasıyla yeterlidir.
Kundera’nın “küçük uluslar”ın sorunlarına ilişkin ikinci tespiti, “büyük ulusların küstah bilmezlikleri”dir. Kıbrıslı Türkler, Osmanlı’nın adayı terk etmesinin ardından önce tipik bir “büyük ulus” olan İngilizler tarafından kendilerinin iradesi hilafına adadaki Müslüman azınlık olarak kabul edilmiş (bu konuda bkz. Tufan Erhürman, Kıbrıs’ta Akıl Tutulması, Lefkoşa, Işık Kitabevi Yayınları, 2007, s. 27-48), daha sonra Kıbrıslı Türklere oranla daha “büyük” olduğu kabul edilebilecek Kıbrıslı Rumlar tarafından “Kıbrıs halkı” içerisindeki % 18’lik, boyundan büyük talepleri olan ve kurucu nitelik taşımayan bir unsur olarak yaftalanmış, nihayet 1974’ten sonra da Türkiye Cumhuriyeti tarafından, bir kaymakamın bile rahatlıkla idare edebileceği küçük bir insan topluluğu olarak değerlendirilmiştir. Her durumda ortada, hukuki anlamda değilse bile, sosyolojik bir tanımamazlık, bilmemezlik veya bilmezden gelme tutumu vardır.
Kundera’nın konuyla ilgili son tespiti, küçük ulusun varlığının her zaman “bir sorun” olarak algılanmasıdır. Kıbrıslı Türkler için de bu böyledir. Her şeyden önce bu halk, diğerlerinin aklına yalnızca “Kıbrıs sorunu” ile birlikte gelmektedir. Sanki Kıbrıs sorunu yoksa Kıbrıslı Türkler de yoktur! Dahası, bu halkın adadaki varlığı çokları tarafından “Kıbrıs sorunu”nun çözülememesinin esas sebebi gibi algılanmaktadır.
Kundera, “küçük ulus”larla ilgili açıklamasını çok önemser ve bunun altını başka bir kitabında bir kez daha çizer: “Küçük ulusları büyüklerden ayıran nüfuslarının sayısı değil; daha derin bir şey: Varoluşları onlar için kuşkuya yer bırakmayan bir kesinlik değil, her zaman için bir sorun, bir tartışma konusu, bir risk; tarihe onları aşan, onları kale almayan, hatta onları fark etmeyen güce karşı savunma halindeler” (Kundera, Perde, s. 40).
Kundera’nın, bu paragrafta, “küçük uluslar”ın “tarihe onları aşan, onları kale almayan, hatta onları fark etmeyen güce karşı savunma halinde” olduklarına ilişkin vurgusu, yukarıda aktardığım “yazgı” vurgusuyla birlikte ele alındığında, son derece çarpıcı hale gelmektedir. Bilindiği gibi yazgı, yani kader, öyle istenildiği zaman değiştirilebilir bir şey değildir. “Küçük ulus” için yok olma endişesi de, büyük ulusların küstah bilmezlikleriyle karşılaşmak da, varlığının sürekli şekilde bir sorun olarak algılanması da bir tür yazgıdır. Savunma, aslında çoğu zaman ümitsizce bu yazgıya karşı yapılmaktadır. Bu durum, kaçınılmaz olarak iktidarsızlık hissini de beraberinde getirecektir. Kendini iktidarsız hissetme haliyle baş etmek kolay değildir. Kundera’nın, Roman Sanatı’nda “kafkaesk”i anlatırken, bu dünyada kamusalın özelin aynası olduğunu, özelin de kamusalı yansıttığını söylediği (Milan Kundera, Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, İstanbul, Can Yayınları, 2005, s. 126) hatırlanır ve bu tespit doğru kabul edilirse, bu toplumsal iktidarsızlık hissinin tek tek bireylerin dünyalarına da sirayet etmesi kaçınılmazdır. Bu arada, yukarıda aktarıldığı gibi yazar, 1968’de ülkesinin Ruslar tarafından işgal edilmesinden beri bir Amerikalının veya bir Fransızın asla bilmediği bir şeyi, ulusunun ölmesinin ne demek olduğunu bildiğini söylemektedir ki böyle bir bilginin bir insanın özel yaşamında hiçbir yansıması olmayacağını düşünmek herhalde mümkün olmasa gerektir!
Bu noktada ister istemez, Scheler’in, daha önceki konuyla ilgili yazılarda ele aldığım, iktidarsızlık hissinin hasedin tanımlayıcı unsuru olduğuna dair iddiası (Max Scheler, Hınç, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Kanat Yayınları, 2004, s. 13) gelir insanın aklına.
Eğer Kıbrıs Türk halkı Kundera’nın tanımladığı anlamda bir “küçük ulus” ise, iktidarsızlık hissi bu tür uluslar için adeta bir tür yazgıysa ve benim Kıbrıs’ın kuzeyini de kapsamına aldığını düşündüğüm Kafkaesk dünyada kamusal özelin, özel de kamusalın aynasıysa, tek tek Kıbrıslı Türklerin önemli bir kısmının yalnızca bugün, onca savaştan, göçten ve kayıptan sonra değil, yirminci yüzyılın başlarından itibaren hasedin esiri olmasını anlamak için kullanabileceğimiz anahtar kavramlardan biri Kundera’nın “küçük ulus” kavramı olabilirmiş gibi geliyor bana.
Bu arada elbette, Kundera’nın, “Ey küçük uluslar! Her kimsenin her kimseyi kıskandığı, herkesin herkesi gözetlediği küçük uluslar” (Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, s. 156) diyerek bu anahtarı bize uzatmış olduğunu da atlamamak gerekir.