Söze başlarken etrafı cadılarla çevrilmiş, elinde meşalesiyle öylece bir sokak ortasında duran Lady Macbeth’e ihtiyacım olacak mı? diye düşünüyorum.
İçinde ürkütücü canavarların ve iskeletlerin yer aldığı karabasan sahnelerin çevrelediği betimlemelere ulaşmaya çalışıyorum. Alabildiğine şaşırtıcı, iç karartıcı, yabanıl bir doğa, biraz tiksinti çığlıkları, alegorik düş sahneleri, sanrılara gömülen bedenler, hırsların haddini aştığı uslar ve ille de erotik bir dünya!
Gerçekten bilmiyorum. Yaşamda yaşadıkça ve aktıkça zaman, bilinen gerçekler hızla kan kaybeder. Diyorum ki: hiç de öğretildiği gibi değildir gerçeklerin uygulanması yaşam sahnesinde! Daldığı düşlerden çıkmasa insan! Keşke! Sonrasında hep turunç çiçeği koksa dokunduğunuz yürekler… Gürültüler aynı cümleleri kurmaya başladığında etrafınızda, önce düş balonları birer birer patlar, sonrasında çiçek kokuları duyulmaz olur… Aşka da eskir, sevgi de rutinleşir. Yol kenarındaki küçük bir barakanın altında oturup, şansınız varsa bir fincan şekersiz kahve içebilirsiniz. Durduğunuz an içinde sadece ve sadece kendiniz olduğunu bir süre sonra içinize aktıkça yudum yudum sıcak kahve hissedersiniz. O kadar çok hırs var ki, yaşadığım alanda; içinden çıkılmaz durumlarda bir fincan kahvenin dumanına savuruyorum insan siluetlerini… Gülümsüyorum her yudumda. Her güzel an gibi kahve de biter denk düştüğü zaman diliminde! Yeni bir kahve söylemenin anlamı kalmaz. Çünkü aynı tadı bırakmayacak artık ve arttıkça dumandaki gölgeler, aydınlıklar kaybolacak birer birer… Yeni bir heyecana başlamak ve yeniden duyumsamak için yaşanılan hayatı akmak gerekir kalabalıkların koynuna…
Yaşam, bıçak sırtında yürümeyi göze almaktır. İşte bu nedenle bir yazının içinde saklanan yapıt ve oradan sanatçıya uzanan yola sapabilecek her türlü düşünceye açılan cümleler inanca, alışılana, sabit durana aykırı bir seyr-ü sefere çıkıp bilinen gerçeğin dışında esas olana ulaşabilir. Bu nedenle yazacağım yazının nereye gideceğini tam olarak kestiremediğim şu an içinde düşünebildiğim tek şey “sahne karanlık olmalı”…
Romantizmin sularına akarken gizliden gizliye her türlü esrikliğin fink attığı karakterlerin içinde bir bakıma kaybolmak ve sonradan insan olmanın sınırı ve sınırsızlığında buluşmak adına adım atmalı…
Ve fakat haddimi aşmamalıyım!
***
Kuşkusuz William Shakespeare’i ve oyunlarını inceleyen gerek tiyatro, gerekse edebiyat tarihinde güruhla makale ve kitap vardır. 1968 yılında L. Veszy-Wagner’in yazmış olduğu yazıda Freud’un Macbeth oyunundaki karakterlere ilişkin yapmış olduğu analizlerden yararlanır. Amaç, Macbeth’in trajedisini belirleyen esas kaynağa gidip, çözümlemedir.
Sonuç olarak ortada bir suç vardır. Ve yaşamın tiksinti çığlıklarını harekete geçirecek kadar sanrılarıyla şehvetlenen iki insan figürü: Macbeth ve Lady Macbeth.
Cinayet, kan içindeki eller, gözde çocuk olmak konusundaki bilinçsiz arzuların tatminiyle kesişen yaşam…
Cadıların şarkısına kulak verelim:
“İyi demek kötü demek, kötü demek iyi demek!”
***
Şimdi ben sözüme dönmek ve yazının girişini kurgularken aklıma düşen Lady Macbeth sanrısından uyanmak istiyorum.
Cadılar çoktan başlamışken büyülerine, uzanmak gerek esas gerçeğe…
Nitekim;
(…) Perdelere bürülü uykuyu kötü rüyalar sarmış.
***
Yaşam denilen sahne yükleniyor olanca ağırlığıyla bazı zamanlarda üzerimize… Durum böyle olunca, içinden çıkılamayan dar sokakların üzerinize geldiğini hissedersiniz. Caddelerde küçük bir toz parçası gibi kaybolursunuz. Mazot kokularının üzerine sindiği ağaçların, gölgeli dallarının arasından düşen bir yaprak gibi savrulmak istersiniz dondurduğunuz sahneye yeniden… Taş kesilircesine akan kalabalığa bakıp durursunuz. Soluğunuz kesilir, sessiniz duyulmaz olur. Nafile çabanın gölgesinde içinden çıkamaz gibi bir halde nereye gideceğinizi dahi bilemezsiniz.
Az öncesine kadar yaşıyordum!
Ya şimdi?
Bazen düşünüyorum da şu tuhaf dünyada yürüyen birer ölü herkes!
Buna rağmen sıkıntıların sıkıştığı yaşamlarda hep hırslara bürünmüş mücadele esas alınır. Öylece kalmışken ve asılmışken zaman ipinin kaygan yüzeyine, isteseniz de istemeseniz de bi’ şekilde yeniden doğar gün!
Kendimi bilmeye başladığımda bir adada doğduğumu söylemişlerdi bana. Nerede olduğumu kestiremeden bakmıştım önümde duran denize… Büyüdükçe sınırlarını bir defter yaprağına çizdiğiniz kara parçasının estetik biçimlenişine, tutkuya dönüşen bakışlarda göz göze geldiğimi anımsıyorum. Her bakışımda bir başka kıyıda hayal etmiştim kendimi. Şimdilerde ise hayallerimin kıyılarından uzakta, sadece bulutların yeryüzüne indiği yarı karanlık bir coğrafyada nefes almaya çalışıyorum. Yine düşler kuruyorum ve en önemlisi de peşlerinden koşuyorum. Bazen öyle geliyor ki onca bürokratik kâğıdın uçuştuğu hayatımda, bir yalnızlık coğrafyasında yaşıyor gibiyim…
Hırslardan uzaklaşmak için arada sarılıyorum sanatın kollarına. Dalıyorum, çıkıyorum sularına ve sonsuz keyfin içinde biraz olsun taş kesildiğim sahnelerden uzaklaşamaya gayret ediyorum.
Yaşam olanca hızıyla akıyor önümden ve bazen yetişmekte zorlanıyorum. Yürüdüğüm caddelerden sessizlikle aktığım sokakların köşelerinden, Lady Macbeth karşıma çıkar mı, acaba?
"En iyi kural, kuralsızlıktır" diyen romantikler, insanın duygularını, düş gücünü hayata geçirmesini ve insanı düzeltmenin toplumu düzeltmekle olabileceğini savunurlar.
Ve geldik yazının sonuna:
Arkama dönüp baktığımda perdelerin arasından görünen suretlerin hepsinin omuzlarında, pas lekelerini görerek, küf kokusunun keskinliğine uyandım sabahın ilk ışıklarında…
“Hayat dediğin ne ki:
Yürüyen bir gölge, bir zavallı kukla bu sahnede
Bir saat boy gösterip, boyun kırıp gidecek!”