Nedendir bilmem, o gün babamlar beni denize, balık tutmaya götürmemişti.
Belki erken gittiklerinden, belki hasta oluşumdan…
Hava kötüydü belki de…
Neyse…
O kadar seviyordum ki balığa gitmeyi, çılgınca bir işe kalkıştım: Tek başıma gidecektim.
Hangi yoldan, nasıl gittiğimi bilmiyorum.
Denize kadar ulaşmışım. Hatta her zaman gittiğimiz kayalıkların üzerinden de geçmişim.
Ortalıkta kimse yok!..
Hava da kararmak üzere…
İşin en kötü tarafı ise şu: Bulunduğum yer öyle bir yer ki, gelişi kolay, ama dönüşü zor!..
Hatta benim için imkansız!..
Dönüşte bir büyüğün yardımıyla çıkabiliyormuşum meğer ben o kayalıktan… Gidişte aşağıya atlıyorsunuz. Dönüşte yukarıya sıçramak zor tabii ‘6 yaş grubu’ için… Suya düşmek işten değil, deneme durumunda… Takviye de olmayınca, oracıkta, beyaz köpüklü dalgaların giderek daha bir gürültüyle yaladığı kayalığın üzerinde mahsur kalıyorsunuz!..
**
1974 savaşının göbeğinde, Paramal köyü sahilindeki bu mahsurlu halden beni yeğenlerim kurtarıyor gün akşama varırken…
Tümü benden büyük ekip, kamptaki ‘Sami kayboldu’ paniğiyle birlikte harekete geçiyor ve ‘hangi cehennem’e gitmiş olabileceğimi tahmin ettikleri için kısa sürede buluyorlar beni…
Dayağı hatırlamıyorum, ama o gece ‘ev’de, yani bizim ‘çadır’da sağlam bir ‘baba fırçası’ yediğimi gayet iyi anımsıyorum.
Bütün aileyi paniğe soktuğum, herkesi üzdüğüm için o yaşımda utanmış olmalıyım ayrıca…
Sonraki yıllarda çok düşündüm: Acaba beni bulamayabilirler miydi? Ya bulamasalar başıma ne gelirdi? Denize düşüp boğulur muydum? Soğuktan donar mıydım? Korkudan ödüm patlar, oracıkta yığılır kalır mıydım?
Yoksa cesaretimi toplar, en çevik halimle kayaya sıçrar, tırmanır ve kurtulur muydum?
Bu sorular geçersizdi. Çünkü ‘bizimkiler’ beni bulmuş, sağ-salim kampa geri götürmüştü.
**
Paramal kampında ‘avaracılık’ insanların canına tak diyordu.
Kahvehanede oturmakla, balık avlamakla gün geçer miydi hiç?
Bu yüzden farklı uğraşlar buldu birçoğu…
En yaygın ‘iş’lerden biri, ağaçlardan yararlanarak yapılan ‘el işleri’ydi.
Paramal Ovası’nda zeytin ve harnup ağaçları boldu.
Ovaya çıkan erkekler ağaç dallarını kesiyor, sonra işlemeye başlıyordu.
Eğe, törpü, bıçkı gibi aletler yordamıyla şekilcikler yapılıyor, sonra bunlar kolye, bileklik, tespih gibi ‘süs’ eşyalarına çevriliyordu.
En sık da galiba ‘kalp’ şeklinde eşyalar üretiliyordu.
Kesilip eğelenen, törpülenip son şekli verilen ‘kalpçik’ cilalanıyor ve kuruduktan sonra uygun bir yerine telden ‘halka’ takılıyordu. Halkadan bir de kordon geçirdiniz mi, alın size gıcır gıcır bir kolye!..
Bazı kolyeler, bilezikler ve özellikle de tespihler ‘çekirdek’ten imal ediliyordu.
Zeytin veya zangalak çekirdekleri kurutulduktan sonra sivri uçları kesiliyor, ardından ipe diziliyordu.
Paramal Kampı’ndaki bu marifetlerin, aynı dönemde ‘esir kampları’nda da yaygın bir hobi olduğunu yıllar sonra öğrenecektim.
‘Avaracılık’ insanlara bazı beceriler kazandırıyordu.
**
Paramal Kampı’na Temmuz sonu veya Ağustos başı götürülmüştük.
Peki ama bu ‘davetsiz misafirlik’ ne kadar sürecekti?
Binlerce, onbinlerce insan evlerini, dükkanlarını, tarlalarını, hayvanlarını bırakmış, buraya gelmişti.
‘Dönüşü’ olacak mıydı peki bunun?
15 Temmuz ve ilerleyen günlerde Limasol ve Baf’ta bazı köyler çarpışarak, bazıları ise çarpışmadan boşaltılmış, halk emredilen yere götürülmüştü.
Esir düşenlerin dışında hemen hemen herkes Paramal’daydı.
Bir kısım insan ise ‘kaçak’ yollardan Türklerin kontrolündeki bölgelere kaçmıştı.
Ama henüz ‘kurtulan’ yoktu.
Zira Kıbrıs adasında ‘ateşkes’ ilan edilse de hiçbir şey belli değildi.
Paramal Kampı’ndaki gergin bekleyiş uzadıkça uzayacak, günler geceleri, haftalar ayları kovalayacak, sıcak yaz ayları yerini serin sonbahara, sonra da buz gibi kışa bırakacaktı.
‘Çadırlar’ diye anılan o yerde yaşam giderek daha da zorlaşacaktı.
(SÜRECEK)