Happy Valley ve Paramal’daki kamp yaşamının belirgin özellikleri vardı.
Her aileye birer çadır verilmişti, ancak bir tür ‘toplu yaşam’ söz konusuydu.
Ya da 6 yaş aklımla bana öyle geliyordu.
‘Geniş aile’ sürekli birlikteydik.
Kuşkusuz bunda birbirine çok bağlı aile yapımızın da rolü vardı. Ama yine de kamp koşulları herkesi bir arada yaşamaya zorluyordu.
Çadırlar zaten dip dibeydi. Kalın halatlar, yere çakılan demir kancalar vasıtasıyla toprağa bağlanmıştı çadırlarımız…
Rüzgarın sertçe estiği her gece, mutlaka ‘çadır krizi’ yaşanırdı!..
Havayı alan branda bezleri şiştikçe şişer, paraşüt misali uçuverirdi!..
Temeli yoktu ki mübareklerin…
Alt tarafı 5-10 santimlik demir çubuktu tutan çadırı…
Yedi miydi poyrazı, lodosu, koyuverirdi çengeller ipi…
Gecenin bir yarısı çadır toplardı büyüklerimiz...
Cascavlak kalıverirdi çadır sakinleri, gece halleriyle!..
Yatak-döşek yoktu zaten içeride…
‘Kampet’ tipi, yine brandandan yapılmış, metal çubuklarla tutturulmuş, pratik açılıp kapanan, yerden 8-10 santim yükseklikte askeri yataklardı kullandığımız…
Fırtınalı gecelerde çadırın ardından kampetler de uçuşurdu bazen havada…
***
On binlerce insanın barındırıldığı Paramal Kampı’nda ‘barınma’ ihtiyacı çadırlarla halledilmişti bir şekilde…
Ancak insanların başka ihtiyaçları da vardı, mutlaka karşılanması gereken…
Beslenme…
Tuvalet…
Temizlik…
Sağlık…
Su…
Tümü de ‘merkezi’ biçimde çözümlenecekti.
Kampın meydanlık sayılabilecek bir yerine ‘mutfak’ kurulmuştu. Yemek saatleri herkes sıraya giriyor, ‘karavana’da ne çıktıysa onu alıp çadırına gidiyordu.
Yemekler nasıldı, kuyruklarda kavga çıkar mıydı, hatırlamıyorum.
Toplu yaşamın zorluklarına herkes bir şekilde uyum göstermek zorundaydı.
‘Kuyruk’ta beklenmesi gereken tek yer yemekhane değildi.
Tuvalete girmek için de dakikalarca, belki saatlerce beklemek gerekiyordu.
Banyo için de…
Haliyle, çadırlarda tuvalet-banyo yoktu.
İnsanlar ihtiyaçlarını ya ‘merkezi tuvaletler’de gideriyordu ya da ovanın ‘uygun’ yerlerinde…
Sanırım biz çocuklar daha ziyade ‘ovada gübreleme çalışması’ yapmayı pratik buluyor ve ‘uyarına gelirse tepemde bir de şinyalık’ diyerek işi kuyruğa girmeden halletmeyi tercih ediyorduk!..
***
Bizim ‘Çadır Kent’in içme ve kullanma suyu da benzer yöntemle sağlanıyordu.
Sağlık sorunlarının çözümü için de birkaç büyükçe çadırdan ibaret ‘sahra hastanesi’ kurulmuştu.
Diyebilirim ki Paramal Kampı’nın en eğlenceli mekanlarından biri de burasıydı benim için…
Hastanede İngiliz doktor ve sağlık görevlileri de vardı yanılmıyorsam… Ama Kıbrıslı Türk doktorlar, hastabakıcılar da görev yapıyordu.
O günlerde yaz tatili için Kıbrıs’ta bulunan tıp öğrencisi Özgün ağabeyimin torpili sayesinde adeta hastane personeli gibiydim. Benimle aynı yaşta olan Erkun arkadaşımın da dayısı hastanede görevliydi. İkimiz de sürekli o büyük çadırlardaydık.
Sahra hastanesinde en çok sevdiğimiz oyun, rengarenk haplarla dolu kavanozları izlemek, arada vitamin haplarını aşırmaktı!..
Şimdi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dekanı olan Prof. Dr. Özgün Enver ve diğer personel, kamptaki bütün hastalara şifa dağıtmak için uğraşırken, biz yine alem curcuna peşinde koşmaya devam ediyorduk.
***
Bir başka eğlencemiz de Cahit Dayı’ydı.
Varlıklı bir aileden gelen ve iyi eğitim almış bir insandı Cahit Dayı…
Çocukları çok sever, sürekli yemiş verir, şiirler okurdu.
Aslında Cahit Dayı’yı kuzeyde Çatalköy’e yerleştikten sonraki yıllarda daha sık görürdük.
Ama çadırlardaki “Mersin vaar” diye bağırması hiç kulağımdan gitmedi. Sanırım sadece mersin değil, ‘gannavuri’ dahil çeşitli kuruyemişlerden de satardı gezerek…
Biz çocuklar da peşinden gider, onu izler, bazen de taklit eder, eğlenirdik Cahit Dayı’yla…
Bir diğer ‘çığırtkan satıcı’ ise köftecimizdi…
Hanife Abla bulgur köftelerini şu sloganla pazarlardı:
“Aha bu köfteler… Yemez bu tekkeler!..”
Bu laftan sonra yememek mümkün müydü Hanifaba’nın köftesini?
(SÜRECEK)