Pervin Yiğit
pervinyigit@gmail.com
“Roma” adlı dizinin bir bölümünde milattan önce 60’larda Roma İmparatorluğu’nun ünlü generali Crassus’un ölmesiyle Pompey ve Sezar’ın tüm Roma topraklarının hakimiyeti için savaşa girdikleri sahnelenmektedir. Sezar’ın ateşkes teklifini reddettiğini kölesinden öğrenen Pompey, yanında dizlerinin üzerinde bekleyen kölesine şöyle der: “Bir köle olmak ne kadar mutluluk verici, iradesiz olmak, karar verememek, bir odun parçası olmak aslında ne kadar huzurlu”.
Geçenlerde diziyi izlerken ben de sorguladım bunu. İradesiz ve bilinçsiz olunca mutluluk şansımız artıyor mu? Cehalet her zaman mutluluk getiriyor mu? Ya da getiriyorsa biz mutsuz ama farkında bireyler olmayı mı yoksa mutlu köleler olmayı mı tercih etmeliyiz? Eğer ikinciyi; mutlu köleler olarak yaşamayı tercih edeceksek, Sokrates kulağımıza “Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez” diye fısıldarken, “Biz yaşadık” nasıl diyebileceğiz ki?
Bence mutlu köleler ve mutsuz bilinçliler arasındaki farkta belirleyici olan “sorumluluk” kavramıdır. Pompey, kölesinin huzurlu olduğunu düşünürken bunun sebebi kendisinin karar verme mekanizması altında zorlanan kişiliği ile kölesinin sorumluluktan muaf olan hayatını karşılaştırması ve sonucunda da kölenin, bir nesne kadar başkalarına tabi olan hayatının kendi hayatına tercih edilebilir olduğunu düşünmesidir. Kölenin almak zorunda olmadığı sorumluluk hissi, onu bu dünyada düşünmek ve kararlar almak zorunda olmayan birisi yapar. Bu kaçış da bireyi “mutluluğa” götürebilir. Kısacası birey olmanın zorunlu getirisi olan sorumluluk alma yetisi ortadan bir şekilde kaldırılınca, birey mutlu ve huzurlu olabilir ya da en azından öyle olduğu düşünülebilir.
Gabriel Garcia Marquez’in Nobel edebiyat ödülü alan romanı Kırmızı Pazartesi tam olarak bireyin bu sorumluluk almama eğilimini anlatır. Kitabın ana karakterinin öldürülecek olduğunu kendisinden başka herkes bilmesine rağmen, herkes bilmezden geliyor ve kimse kılını dahi kıpırdatmıyor. Kimse durumu değiştirebilmek için sorumluluk almak istemiyor ve insanların kendi huzurları tabii ki ellerini taşın altına koymaktan daha cezbedici oluyor. Böylece tek bir kişinin farkında olduğunu göstermesi ile önlenebilecek olan bir durum, herkesin sessiz bir anlaşmasıyla, susması ile gerçekleşiyor ve cinayet işleniyor. Burada insanların yaptığı aslında insanlıklarını kapatmaları, eylemsizliğe ve fikirsizliğe geçmeleri. Bireyler sessizce bir emre itaat ederken, Pompey’in kölesi gibi, olayları görmezden gelerek huzurlarını bozmama isteği ile hareket eden robotlara dönüşüyorlar. Köle böyle bir durumda olayları zorla görmezden gelmek durumunda bırakılırken, Marquez’in kahramanları bize bu halin şimdiki yüzyılda bilinçli olarak devam ettiğini gösteriyor. Görünen o ki, Roma dönemindeki köle-efendi ilişkisi şu an başka ilişkilere evrilmiş durumda olsa da yüzyıllar sonra hâlâ mutluluk, özgür istenç ve birey üçgeni içerisinde tartışılabiliyor.
Bu noktada görmezden gelme durumunu açmakta yarar var. Bireylerin, özellikle tüketim toplumuna adapte olmuş bireylerin, yanlış gördükleri ya da bakmak zorunda kalırlarsa yanlış olarak yargılayabilecekleri durumlar karşısındaki tavırları artık tamamen bir sessiz kalma haline dönmüş durumda. Görmezden gelerek ve sessiz kalarak eylemler karşısında hiçbir tepki vermemeyi seçiyorlar. Durumlara müdahil olmamak için eylemler karşısında ses çıkarmamakla aslında yapılanları onaylıyor olduklarının farkında olmayan bu kişiler, şu anki toplumumuzun başına gelenlerin sorumlusu olduklarından da bihaberler. Yolsuzluk, haksızlık, sömürü yapan iktidara, işyerindeki müdüre, iş arkadaşına ve hatta yoldan geçerken sokak hayvanlarına vuran vatandaşa karşı koymakla, onların tüm yanlışlarına tepki vermekle, bana dokunmayan yılan bin yaşasın tavrı ile her şeye kayıtsız kalmak aynı şey değildir. Bu sessiz çoğunluk, ben olsam yapmazdım diye sükûnetlerini korurken ahlaklı olduklarını düşünseler de ahlaksızlığın olduğu bir yerde birey olarak mutlak ahlaklı olmanın mümkün olamayacağı da açıkça ortada.
İnsanı insan yapan ve hayvanlardan ayıran tek şey düşünebilme yetisi ve bunun içerisinde emirlere itaat etmek ve her şeye uymak yok. Hayvanlara da emre itaat etmek ve sahibine karşı çıkmamak öğretilebiliyorken, bireyin fark etmesi gereken insanlaşabilmesi için doğru olanı görmesi ve yanlış olana direnç göstermesi gerektiği değil midir? Ama maalesef tarihe baktığımızda, köle olmanın direnç göstermekten daha kolay olduğu görülüyor.
Henüz 70 yıl önce 6 milyon Yahudinin, çingenenin, komünistin ve Hitler muhalifinin katledilmesi de bunun bir kanıtı. Savaş sonrasında çok tartışılan göreve itaat etme ve acıma ilişkisini ölçmek için yapılan Milgram deneyi de, bize insanların hangi noktada otoriteye karşı geleceklerini aslında gelmeyeceklerini gözlemleme şansı verdi. Milgram deneyi, denekleri öğretmen ve öğrenci olarak iki gruba ayırdı ve deneklere deneyin amacının ‘cezanın öğrenme üzerindeki etkisi’ni ölçmek olduğu söylendi. Ayrı odalara yerleştirilen denekler sadece ses yoluyla iletişim sağlayabileceklerdi. Öğretmenlerin önüne öğrenci üzerine elektrik uygulayabileceği bir düzenek yerleştirildi ve onlardan öğrencilere sorular sormaları istendi. Öğrencinin her yanlış cevabında, öğretmen 15 volttan başlayarak öğrenciye elektrik verecek, yanlışlar arttıkça da öğretmenin vereceği şok artacaktı. Deney sırasında, öğretmen rolü üstlenen deneklere öğrencilerin elektrik şoku almasıyla verdikleri tepkiler dinletildi. Öğretmenler, önce bağırma sonra ağlama sesi duymalarına rağmen şok vermeye devam ettiler. Durumdan rahatsız olup deneyi bırakmak isteyenlere ise sırasıyla şu uyarılar verildi; lütfen devam edin, deney için devam etmeniz gerekiyor, devam etmeniz kesinlikle çok önemli, başka seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız”.
Bu uyarılardan sonra devam etmek istemediğini belirten denekler için deney durduruluyordu. Tabii ki burada beklenen öğretmen rolü üstlenen deneklerin, öğrencilerin acı içerisindeki çığlıklarını duyunca deneye devam etmemeleri idi. Maalesef beklenen olmadı. Deneklerin %65’i en yüksek gerilim olan 450 voltu her şeye rağmen uyguladı ve daha da önemlisi hiçbir denek deneyi 300 voltu uygulamadan önce bırakmak istemedi. Milgram deneyinin farklı çeşitleri dünyanın farklı yerlerinde uygulansa da hiçbir deney farklı sonuçlar vermedi. Bireyler bazı noktalarda deneyi sorgulamış olsalar da, %60- 65’lik oranlar tüm deneylerde görüldü. Kısacası insanların yarısından fazlası en yüksek gerilimi tüm olumsuzluklara rağmen uyguladı.
Milgram deneyi bize insanın otoriteye hangi noktalarda karşı gelebileceğini, otoriteye itaat etmek ile sorumluluk almak arasında ne zaman tercih yapacağını göstermesi açısından çok değerli bir deneydir. Burada ilginç olan otoritenin emrine uyan öğretmen rolü üstlenen deneklerin, yaptıkları eylemlerden kendilerini sorumlu görmemeleridir. Eylemleri bir başkasının emri olarak gördükleri için beyin fonksiyonlarını kapatarak sadece bedenleri ile otoritenin bir maşası olarak bu emirleri yerine getiriyor ve söz konusu eylemler için de bir sorumluluk hissetmiyorlar. Tam da bu sebepledir ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yargılanan Naziler, bu süreçte hiçbir sorumlulukları olmadığını dile getirmişlerdir. Karar verme, düşünme mekanizması onlara ait olmadığı için, kararların yürütülmesinin onları sorumlu yapmadığını iddia etmişler, göreve itaat etmenin görevdeki kararları sorgulamayı gerektirmediğini söylemişlerdir.
Sorumluluk kavramına baktığımızda teknik ve ahlaki olarak ikiye ayrıldığını görürüz. Teknik sorumluluk, eylem kararını veren kurum ile ilgilidir ve o kurum meşru olduğu sürece özneler ahlaki sorumlulukla ilgilenmezler çünkü sorumluluğun söz konusu kuruma ait olduğunu düşünürler. Bu yüzdendir ki Nazi hukuk sistemine göre davranan ve insanları katlederek iyi birer vatandaş olduklarını düşünen Almanlar ahlaki sorumluluktan kurtuluyorlardı. Savaş da, kendinden olmayanı yok etmek de meşru olduğu için sisteme dahil olan kimsenin eylemi ahlaki olarak değerlendirilmemeliydi. Bireylerin hareketleri ve emirler arasındaki zorunlu ilişki kişisel sorumluğu elimine ederken, tek sorumlu emri veren otorite olarak görülmeye devam etti. Emre uyan bireyler ise, yazının başında bahsettiğim köle gibi sessiz ve huzurlu uykularına devam etmekten başka bir şey yapmadılar. Önceleri nasyonal sosyalizmin bir destekçisi olan fakat sonra direnişçi olduğu için toplama kampına gönderilen Alman ilahiyatçı Martin Niemöller bireylerin sessiz kalarak ve sadece emirlere uyarak Hitler’i onayladığını şu cümleleri ile çok güzel özetlemiştir:
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
İkinci Dünya Savaşı’nda insanlar bu cümlelerdeki gibi bireysel olarak kurtulmayı seçmeyip, direnç gösterebilselerdi belki de bu kadar acı yaşanmayacaktı. Karşı koymak, yanlışı doğru ile değiştirmek istemek insan olmanın getirdiği yetilerdir. İtaati değil, düşünmeyi ve sorgulamayı gerektiren insan olma, özelde sadece bireyin kendisi için değil aynı zamanda tüm insanlık için sorumluluk almayı da gerektirir.
Kapitalist toplumda kendi çıkarını düşünmenin erdemli olduğunu düşünen insan güruhu, sistemin ve maddiyatın kölesi olarak, hem bedenlerini, hem bilinçlerini hem de ahlaklarını yitirdiklerinin farkında olmazlar. Bu gibi sessiz kalabalıklar, ancak iğne de çuvaldız da kendilerine battığı zaman tehlikeyi fark ederler ve ne yazık ki bu zamana kadar özgür istenci ile bağıran kişileri duymazlar. Dünyada bu sükûnet her dönemde farklı şekillerde gözlemlenmiştir; savaşların hâlâ bitmediği, terör saldırılarının her an her yerde mümkün olduğu, insanların hâlâ insan olarak değer görmeyip, her türlü ayrımcılığın hüküm sürdüğü bir dünyada, kurbanlar dışındaki “çoğu” insanın sessiz kaldığını söylemek yerinde olur sanırım.
Tabii ki bir köleyi gamsız yapan görmezden gelme halini de seçmek bireyin kendi elindedir. Özgür istencinizle özgür olmamayı seçmek ironik olsa da, yaşayacağınız hayatın ne ile değerleneceğine karar vermek size kalmıştır. Maddiyatın, iktidarın, dinin kölesi olarak mutlu olacağına inanan insanların fazla olduğu toplumlarda, bunun tersini düşünenlerin sessiz kalmaması önemlidir. Otoriteye karşı gelmemeyi baskı ve tehdit ile yıllardır öğretmeye çalışan bir Türkiye örneği ile, değişen her iktidarla kendi ekmeğine bal sürmeye çalışan kölelerin sahne aldığı bir Kıbrıs örneği bize köle efendi diyalektiği yanında memnun bir köle ile memnuniyetsiz ama bilinçli olan bir birey arasındaki farkı da gösterir.
Aslında bireyin özgür olamama ihtimalini konuşamıyor olmamız gerekir çünkü insanın varoluşu ve özgür olması bir ve aynı şeydir. Sartre’ın da dediği gibi insan olmak özgürlüğe mahkûm olmaktır ve bence ancak bunun farkında olarak birey hem kendisi hem toplum için bir anlam yaratabilir. Yetiştiriliş şeklimizin etkilerinden, aldığımız eğitimden, öğretimden, etrafımızda egemen olan kolaya kaçarak mutlu olma zihniyetinden, kapitalizmin dayattığı tüm bağımlılıklardan kurtularak sadece kendi adımıza değil yaşadığımız toplum adına ve hatta tüm insanlık adına sorumluluk alarak bu dünyada anlamlı bir varoluşa sahip olacağımızı düşünüyorum. Evet, hepimiz birer kum tanesi kadar anlamsızız belki ama böylesi bir dünyada en azından yaşamlarımıza değer atfedebilmek kendi elimizde. Sadece biraz cesaret, sorumluluk ve farkındalıkla kendi hayatlarımıza ve insanlığa değer vererek özgürlüğümüzü en konforlu köleliğe bile yeğlemeyerek bu kum taneleri ile kumsal yaratabiliriz. Ne demişti Camus? “Yaşamın anlamsız olduğuna karar vermekle yaşanılmaya değmez olduğuna karar vermek arasında fark vardır. Yaşam anlamsızdır, ama yaşamaya değerdir”. Mutlu köleler olmak sonu belli olan hikâyelerimizi daha da saçma yapacaksa, özgür olmaya mahkûm olmaktan daha iyi bir seçenek var mıdır?