Doğduğum şehirde, yaşadığımda, ziyaret ettiğim birçoğunda, en sevdiğim aktivitelerin başında gelir, kitapçı ziyaretleri. Okurları gözlemlemek, kitapları hissetmek, yeni neler varmış diye bakınmak, dostlarla sohbet etmek için uğrarım kitapevlerine. Çoğunlukla ellerim ve yüreğim dolu dolu dönerim eve. Belki elektronik kitaba hiç ısınamamamda da etkisi vardır, bendeki bu kitapçı sevdasının. Kitabın kokusunu alamadan okumanın yanında, edebiyat, siyaset tartışmalarını da kaçırıyorum, donuk renkli bir ekranın ardından okurken. Satırlar aynı olsa ne yazar, başka okurlarla aynı ortamı solumadıktan sonra?
Işık Kitabevi, en özlediğim sohbetleri saklar, Lefkoşa surlariçinde. Yeni yazarlar, yeni dostlar tanıdığım, sıcak anlar paylaştığım zamanlar eşlik eder raflardaki kitaplara. Değişemem ki bir Amazon kindle’ına bunları, asla. Yıllar önceydi, Işık’a böylesi bir ziyarette elime tutuşturmuştu sevgili dostum Ahmet, Kürk Mantolu Madonna’yı. Sabahattin Ali’nin şiirlerini seviyordum da, romanlarını tanımıyordum henüz. ‘Tam senlik, oku, seveceksin’ dedi. Kürkleri sevmiyorum, o yüzden biraz huylanmıştım kitabın adından. Ahmet’in tavsiyeleri boş çıkmazdı, aldım.
Madonna’nın Meryem Ana anlamına geldiğini öğrendim Sabahattin Ali’den. Kitabın kahramanı Maria Puder’in Kürk Mantolu otoportresini Floransalı bir ressama ait Madonna delle Arpie’den esinlenerek çizdiğini okudum kitapta. Portreyi merak ettim, resmini internetten bulmak pek zor olmadı. Sanatı, edebiyatı, insanı, sevdayı ise Kürk Mantolu Madonna’nın sayfalarında buldum.
Gerçekten de kitap tam benlikti, dostum yanılmamıştı. Birinci Dünya Savaşı sonrası bitap düşmüş Berlin sokaklarında Raif ve Maria ile birlikte dolaştım. Yazar Kleist ve karısının birlikte intihar ettiği Wansee gölü kenarında Raif’in gözyaşlarını kuruladım. Tiergarten’da dizime kadar karlara gömüldüm, kar soğuğu içime işledi. Maria’nın korkularına, hayalkırıklıklarına, umutlarına, isyanlarına dokundum, teker teker, O bir gazinoda şarkı söylerken.
Hikâye beni o kadar içine aldı ki, günlerce etkisinde yaşadım. Maria’yı, Raif Efendi’yi aradım tanıdık yüzlerde, bildik hikâyelerde. Başka bir kitaba başlayamadım, bu tatlı edebiyat sarhoşluğu uçar gider korkusuyla. Kütüphanemde özel bir yere yerleşti Kürk Mantolu Madonna ve utandım Sabahattin Ali gibi bir kalemin yanında, kendime yazar dediğim için, utandım.
Şimdi, 75 yıl sonrasında dahi, uçuk sayılabilecek bir vizyon içeriyor 1941 yılında yazılmış bu hikâye. Her sayfası mesajlarla dolu, edebi bir ziyafet. Funda Özkalyoncuoğlu’nun okumadığı bu kitap üzerine sarf ettiği ‘Altını çizecek bir şey bulamadım’ sözünü çok içerlemem bundan benim.
Kitap okumamak, edebiyat mucizesinden bihaber yaşamak bence acıdır, büyük kayıptır, ama bir seçimdir, saygı duyarım. Sorun kitap okumamakta değil, sorun yaptığımız işe ve karşımızdaki kişilere saygı duymamakta. İşiniz bir TV Programı’nda ‘gündemi takip etmek’ ise ve konuşacağınız konular arasında Sabahattin Ali olmasa bile, herhangi bir yazarın, eseri var ise, hem yazarı, hem eseri bilmek zorundasınız. Bu işinize, karşısına ‘bilirkişi’ sıfatı ile geçtiğiniz izleyiciye saygı gereğidir.
Okumadığınız bir kitabı okumuş gibi yapmak, bir de üstüne hiçbir fikriniz olmadan, hiç beğenmedim deyebilmek, yazarın yanında kendine de saygısızlıktır. Olduğundan farklı görünmeye çalışmak, bunu başkalarını aşağılayarak yapmak, bence kitap okumamaktan da acı, özgüven adına.
‘Ne kadar çok seveni varmış Sabahattin Ali’nin, özür dilerim’ diyor Funda Özkalyoncuoğlu, aldığı tepki karşısında. En azından bu saygıyı gösteriyor izleyicisine, kendine ve okura. O da olsun, özür dilemeyi bilmek büyüklüktür. Bir okur olarak ben özrünü kabul ediyorum.