İbrahim Emre Sugel
İbrahim.emre.sugel@gmail.com
Lefkoşa Sur İçi’nde ilerliyoruz. Karanlık çökmüş. Dar ve ara sokaklarda soba bacalarından çıkan cürüf dumanlarının sislediği mahallelerdeyiz şimdi. Arkadaşım “buraların tekin olmadığını” söylüyor. Kıbrıs’lılar buralarda dolaşmazmış pek. Ben ise ona “Ankara’nın Çinçin’i ile kıyaslandığında buraların Paris sayılabileceğini” söylüyorum. Sokaklarda çok kültürlülük var en azından. Hataylıların, Mardinlilerin arasından geçerken köşedeki kebapçıda çalışan bir Afrikalı ve arkadaşlarıyla sohbet eden Pakistanlılar gözüme ilişiyor. Gelişi güzel bir kahveye dalıyoruz. Önce bize uzaylıymışız gibi bakıyorlar. Ama bu gibi yerlerde “selamun aleyküm” dendiğinde bakışların değiştiğini daha önceleri Hıdırlıktepe’de, Yenidoğan’da, Çinçin’de deneyimlemiştim ben. Burada da işe yarıyor.
Belki biriyle tanışıp sohbet edebiliriz düşüncesiyle hareket ederken, hınca hınç dolu, oturacak yer bile olmayan kahvede Bekir Abi söze giriyor. O sanırım neyi aradığımı hissetti. Bizi yanına çağırdı. Bir anda olmayan sandalyeler çekildi, çaylar ısmarlandı. Ve ben sordum, o yanıtladı.
Bekir Abinin hikayesi, Türkiye’nin batısında Kürt olmakla, Kıbrıs’ta Kürt olmak arasında seyreden bir göçmenin portresini çiziyor. Bekir Ceylan 1989’da İzmir’de peşine düşen, duyduklarına göre istihbarat adına çalışan kontrgerilladan kaçıyor ve askerliğini yaptığı Kıbrıs’a geri dönüp emek mücadelesine soyunuyor. Kelimelerini özenle seçerken, ince esmer yaşlı yüzünde mücadeleyle geçen çizgiler arasında içtiği Mardin tütününün dumanı dolaşıyor. Tabakamı görünce bana da biraz ikram etti. Buralarda Arap çarşafı bulamıyorum pek. Onu da verdi. Ve özenle sardığımız tütünlerimizi içerken Bekir Abi anlatmaya başladı:
“32 Senedir Kıbrıs’tayım. Mardinli bir mermerciyim. Serbest çalışıyorum. Çalışma iznim var. Bununla ikametimi sürdürüyorum. Vatandaşlık edinmek için başvurmadım. Burada da Türkiye’de de Kürt olduğumuz için dışlanıyoruz. Ben de bu dışlanmışlık hissiyle hiçbir yere vatandaş olarak ait olmak istemiyorum aslında. Bizlere karşı gerçekleştirilen dışlanmışlığın, milliyetçi olma, Kıbrıslı olma duygusuyla ilişkisi var. Tabi ki her Kıbrıslı aynı değil. Ama genel gördüğüm tablo bu. Açık konuşmak gerekirse, Türkiye’de yaşayabilseydim eğer, benim ne işim vardı Kıbrıs’ta. Oraya da ait olamıyoruz, buraya da. Ben Mardin’de kalabalık bir aileye bakıyorum arkadaşım. Türkiye’de de yaşam şartları zor, burada da. Çalışma koşullarımız berbat. Kazancımız ise yetersiz. Şu ortamda benim için önemli olan yegane şey ‘emek’ ve buna sahip çıkılmasıdır. Kıbrıs’ta hem solcu diye geçinenlerin hem de sağcıların ‘emek’ umurunda değil. Seçimler yaklaşıyor ya şimdi, bakıyorum da unuttukları bu sokaklara uğramaya başlamışlar. Şimdi ben sana soruyorum. Sen okuyan yazan bir arkadaşımızsın. O kendilerini devrimci olarak görenlerin proloter özneleri beğenmeyip ‘Türkiye’den gelenler gitsin’ dedikleri ‘biz ağır işçiler’ değil miyiz?...”
Bekir Abiyle konuştukça mütevaziliğine ve konuyu özetler bilgisine saygı duyuyor, asıl alimin hayatı okuyan O olduğunu anlıyorum. Mermer işçiliğinde irileşmiş elleriyle sıkı sıkıya tokalaşıyor benle. Telefon numaramı istiyor. Bir kağıda yazıp veriyorum. Ve ekliyorum, “bana bu numaradan 7/24 ulaşabilirsin. Her ne varsa sesini çıkartmamız gereken, ben yazmaya hazırım” diyorum.
Gece ve Sur İçi ihtişamlı görünüyor gözüme. Tütünümün dumanı cüruf sisine karışıyor sessizce. Ve dar sokaklarda dolaşırken, insanların nelere gözlerini kapadığı geliyor aklıma. Bekir Abinin deyimiyle, bu mahallelere ya seçim zamanı ya da asayiş baskınlarında uğruyor Kıbrıslılar. Türkiye’deki ön yargının buranın polisi içerisinde de devam ettiğini dile getirdiği cümleleri geçiyor aklımdan. Sadece Kürt ya da Türkiyeli, ya da Doğulu ya da herhangi bir şekilde ötekileştirilmekten muzdarip potansiyel suçlu imgeleminden bahsediyor aslında. Ve sonra Türkiye’de emniyetin bana ve arkadaşlarıma Gezi Direniş’inde çektirdikleri eziyet geliyor aklıma. Gözaltılar, işkenceler, şiddet, milliyetçilik, din sömürüsü ve faşizm kolkola. Peki, tüm bunların karşısında hümanist ya da sosyalist söylem nerede? Hangi sokaklarda dolanıyor acaba…?
Adımlamaya devam ediyorum. Fakat bu kez zihnimin içinde. Sırtımı dayadığım bir duvardan öylece bakarken etrafa, İcazetsiz Gazete dedikleri Afrika’nın başyazarı Şener Levent’in bir yazısı geliyor aklıma. Sol cenahta yer almasına rağmen Levent’in bu yazısı, Türkiye’den gelenleri, yani sol söylemin aslında kapsaması gereken adanın proloter öznesi olanları ötekileştiren, dışlayan bir üslup içeriyor. Yazının başlığı “Bizi Saymayın.” Tarih 10 Mart 2006. Bu metinle yıllar sonra tesadüfen karşılaştım ben. Ve belki bu yaptığıma da cımbızla çekmek denir. Fakat okuduktan sonra kendi kendime sordum. Şimdi de soruyorum : “Bu gibi idealar sosyalizm kılıfı altında ‘nasyonel sosyalizm’ değil de nedir? İşin ilginç tarafı, nasıl olur da literatüre geçen bir kavram olarak böylesi bir çarpıtılmışlıkla ‘nasyonalizm’ ile ‘sosyalizm’ aynı cümle içerisinde ironik bir şekilde yan yana gelebilir…?”
Soruların kurcaladığı zihnimden çıkıp, soluduğum cüruf dumanına dönüyorum. Adımlarken bir yandan da düşünüyorum. Soğuk zihnimi açıyor ve aklıma şu an Kıbrıs’ta ötekileşenlerin sadece Türkiyeliler olmadığı geliyor. İnşaat sektöründe çalışan Pakistanlı erkekler, otel-kumarhane sektöründeki Rus kadınlar, bir resmi kurum olmasına rağmen belediyelerin ağır işlerinde sigortasız çalıştırılan Azerbeycanlı, Afrikalı erkekler, evlerde çocuklara hastalara bakan, ev işlerini yapan Özbek kadınlar ve fuhuş sektöründe çalıştırılan diğer kadınlar. Tüm bu gerçeklikleri dışlayan, gözlerini kapatan ve hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eden hayatlar için milliyetçilik uygun bir maya oluşturuyor. Bu eksene karşı oluşturulacak sol söylem ise “nasyonel sosyalist” pencereden aynı ötekileri dışlıyor.
Arkadaşım, “var mı aradığın başka bir şey” diye soruyor. “Şimdilik yok” diyorum. Ara sokaklardan daha işlek bir caddeye çıkarken gece iyice ayaza çekiyor. Kepenkler iniyor. Emekçiler evlerine dönüyor. Ben ise Sur İçinden ayrılışımın son bakışını yapıyorum geride kalanlara. Ve sessiz sokaklar, nemden kalan terlerini bırakıyor duvarlarına…